Asrımızın başlarında kuvvetlenmeye başlayan dinsizlik hareketi ve onun mümessillerine, mezkûr rivayetin tevilinde görüldüğü gibi bazı din adamlarının tabi’ olması ve hattâ dua etmeleri sebebiyle sorulan bir suale, Bediüzzaman Hazretleri Rumuzat-ı Semaniye adlı risalesinde şöyle cevap verir:
«O zamanın en fenası, ülemanın fenasıdır. Yani dalâletin en fenası, ülema-is sû’ namı altındaki bir kısım bedbaht kisve-i ülemada, dini dünyaya satmış adamlardan gelir. Ben de bu noktaya binaen derim ki: Hangi ülema var ki; ezan-ı Muhammediyeyi beğenmeyip, ezan yerinde bir şarkıyı kabul etsin. Öyleler âlim değil, belki مثلهم الحمار اسفارا altında dâhil oluyor.»
Bediüzzaman Hazretleri bir âyeti zamanımıza tatbik cihetiyle açıklarken, ehl-i dalalete iltihak eden mezkûr ülemaya ve dalalet cereyanının üç hususiyetine bakan vecihlerini şöyle izah eder:
الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً أُوْلَـئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍ
(14:3) âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olan وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Şualar sh: 724)