Zararlı diye telâkki ettiğimiz bakteri, mikrop, akrep, yılan, çıyan ile yeryüzünü ve kâinatı şenlendiren basit varlıklar; yani, cansız, camid varlıklar, unsurlar, madenler, bitkiler ve hayvanların mutlaka bir, hattâ birkaç vazifesi vardır. Hem şuurlu bir varlık olarak, hem de bunlara kıyaslanamayacak harika ve mükemmel bir ruh ve beden yapısına sahip olan insanın da bir görevi, dünyaya gönderilmesinin bir gayesi olmalıdır.
Özellikle seçilmiş, “ahsen-i takvîm”, yani, tam kıvamında, en fonksiyonel, en güzel, en gelişmiş bir ruh, duygu, duyu, organ, âlet ve cihazlarla donatılıp, mükemmel cihaz ve âletler; bunca masraf sırf “yeme-içme ve şehvet gücünü tatmin” için olamaz. Çünkü, dünya hayatına lâzım olan iş ve iktidar (güç) yönünden en basit serçe kuşuna,1 lezzet noktasında da yetişemiyoruz. Fakat mânevî ve ahiret hayatına lâzım olan ilim ve fakirlikle yalvarış ve ibâdet noktasında hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündeyiz.2 Demek insan bu dünyaya yemek-içmek, şehevî duygularını tatmin etmek için gönderilmemiştir. Şu halde; bunların dışında daha yüksek, büyük gayeler olmalıdır. Çünkü, akl-ı selîm sahibi herkes, yaptığı her işte; mutlaka bir hedef, amaç, hattâ bir çok gayeler güder.
Hiç mümkün müdür ki; en basit varlıklara bile onlarca vazife veren Hakim-i Mutlak olan Allah; bütün isimlerinin cilvelerine ayna ve nakışlarına mazhar ederek kudret mu’cizesi ve kâinatın küçültülmüş bir nümunesi, harika ve antika bir sanat eseri olarak yarattığı insanı vazifesiz, başıboş bıraksın? Her bir fen ilmi, akıl ve vicdan, gaye açısından kesin olarak şu gerçeği haykırmaktadır:
Canlı-cansız varlıklara kıyaslanamayacak hârika ve mükemmellikte, “en güzel bir şekilde yaratılan”3 insanın icra etmesi gereken asıl işi Kur’ân’da, “Ben insanları ve cinleri, Bana imân ve ibâdet etsinler diye yarattım”4 ve “Kimin daha güzel işler yapıp yapmayacağını sınamak ve imtihan için”5 şeklinde açıklanır.
Bediüzzaman; insanın sınanması, imtihana tâbi tutulması ve tekâmül edebilmesi için hür irâde ile donatılarak din ile, İlâhî teklife, tecrübeye tâbi tutulduğunu ve böylece yüce ruhlar ile, sefil ruhlar biri birinden ayrıldığını6 vurgular. Ve akıl açısından da imanın zorunluluğuna işaret eder. Aklın gereği delil üzerine gitmek olduğundan, imân konusunda şöyle bir yol izler: Bakterilerden yıldızlara, galaksilere kadar hiçbir şey, boşuna, hikmetsiz, gayesiz, amaçsız yaratılmadığına göre; insanın da yaradılışının bir gayesi olduğu gibi; aklın verilmesinin de bir ana gayesi vardır. Dr. Alexis Carrel, Allah’ı aramak büyük bir ihtimalle, aklımızın zorunlu sonucudur,7 diyerek buna işaret eder.
Putlara, bir takım unsurlara tapınma ve ibâdet; yaratılışın imân esası üzerine bina edildiğini gösterir. Tarih boyunca en ilkel toplumlarda bile, yanlış, sapık ve bâtıl şeylere inanma, tapınma, ibâdet etme ve sığınma;8 insan rûhu için imân-ibâdetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğunu gösterir. Tek bir Yaratıcıya, meleklere, peygamberlere, kitaplara, İlâhî program kadere ve âhirete, yâni diriltilip sonsuz hayata mazher edilmeye imân etmek aklî bir zorunluluktur. Çünkü, çok ince, hassas, girift, komplike bir planın, düzenin geçerli olduğu kâinatın bir Yaratıcısı olmalıdır. Aksi halde düzen devam etmez. Sanatkâr sanatına bir gaye yüklediği gibi, yüce Yaratıcı da yarattığı insana bir görev vermesi aklın tereddütsüz tasdik ettiği bir husustur.
Zerrelerden yıldızlara, kâinatın bir ucundan diğer ucuna kadar görünen hikmet, uygunluk, iktisat, mükemmellik ve vazifeler; insanın da görevli olarak gönderildiğini gösterir. Şu halde, “imân ve ibâdet” aklî, fıtrî, tabiî bir olgudur.
Dipnotlar:
1-Başarının Sırları, s. 113; 2-Prof. Dr. Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan yay, İst, 1998, s. 222-223; 3-İşârâtü’l-İ’câz, s. 224; 4-Doç. Dr. Sefa Saygılı, Dünyayı Aldatanlar, s. 22; 5-J. Jacgues, Rousseau, Emil (Çev. H. Ülken-A. Ülgener-S. Güzey) İst. 1966 s. 243; 6-Şuâlar, s. 168; 7-Sözler, s. 29; 8-Şuâlar, s. 167.