Bundan önceki asrın müceddidi olan Mevlâna Halid Ziyaeddin, aslen Süleymaniyeli Ahmed Ağa isminde bir zatın oğludur. Nakşibendî mürşidi olan Mevlâna Halid'in hayatı, Nakşî tarikatının tarihinde pek ehemmiyetli bir safha teşkil etmektedir. l776'da Süleymaniye'ye bağlı Karadağ'da dünyaya gelen Mevlâna Halid, Mikaili aşiretindendi. Çok küçük yaşında ilim tahsil etmek için, Erbil'e bağlı Köysancak ve Harir taraflarına gitmişti. Devrin şöhretli âlimlerinden ders alıyordu. Yine ilim tahsili için Bağdat'a gitti, bir müddet sonra da Süleymaniye'ye döndü.
Daha sonra Sinence'ye giderek, oranın meşhur âlimi Muhammed Kasım'dan riyaziyat, hendese, hesap ve astronomi dersleri aldı. l798'de tekrar Süleymaniye'ye döndüğü zaman müderrisliğe tayin edildi.
Zühdü ve takvâsıyla bilinen Mevlâna Halid, aklî ve naklî ilimlerle de meşgul olmuştu.
l805'de Diyarbakır, Halep ve Şam üzerinden Hicaz'a gitti. Bu sıralarda Azim Abatlı Muhammed Zahid adında bir dervişle karşılaştı.Bu derviş kendi mürşidi olan Delhli Şeyh Abdullah Şahın bazı menkıbelerini anlattı. Bunun üzerine Mevlâna Halid gıyabî olarak büyük bir iştiyak ve muhabbetle Şeyh Abdullah'a bağlandı. Onunla müşerref olmak için Hindistan yolunu tuttu. Divan'ında Şeyh Abdullah'a olan bağlılığı yer yer görülmektedir.
l809'da Hindistan'a giderken yolda birçok âlim ve fâzıl zatla tanıştı, Lahor üzerinden Şeyh Abdullah'ın oturduğu Cihanabad'a vardı. Daha o beldeye yaklaşırken, şeyhinden manevi feyizler almaya başlamıştı. Bir yıl şeyhinin hizmetinde kaldı. Orada Kadirî, Nakşî, Sühreverdi ve Kübrevi tarikatlarından icazet alarak, l8ll'de Süleymaniye'ye döndü.
Karadağlı olan Mevlâna Halid aslen Hazret-i Osman'ın (r.a.) nesline dayanıyordu.
Bağdat Valisi Said Paşa Mevlâna Halid'e alâka ve hürmet gösteriyordu. İhsaniye Medresesini tamir ettirmiş, Mevlâna Halid'e tekke olarak tahsis etmişti. Bu tekke bugün Bağdat'ta Tekke-i Halidiye olarak anılmakta ve bilinmektedir.
Daha sonraki yıllarda Davut Paşa Bağdat Valisi oldu. l822'de Mevlâna Halid'in manevî hizmeti ve hakimiyeti siyasilerin dikkatini çekiyordu. Osmanlı devleti, Mevlâna'nın durumunu öğrenmek için Bağdat Valisi Davud Paşanın bilgisine müracaat etti. Mevlâna Halid, Vali Paşanın tahkikatından ve icraatlarından huzursuz olarak, Bağdat'ı terk edip Şam'a yerleşti. İnsaflı bir zat olan Bağdat Valisi Davut Paşa, İstanbul'a şöyle bir rapor gönderdi: "Mevlâna Halid'in gayesi Sünnet-i Seniyeyi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve hizmetlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya kat'iyyen temayülü yoktur. Mevlâna siyasetten itina ile kaçınmaktadır. Hattâ, Mevlâna Halid'in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüd ederim."
Mevlâna Halid l825'te tekrar hacca giderek oradan Şam'a döndü.
Mevlâna Halid'in Bahaeddin, Abdurrahman, Şehabeddin, Necmeddin ve Fatma adında çocukları vardı. Şehabeddin Efendi Urfa'da medfundur. Birçok talebe ve halifeleri oldu. Bunlardan Muhammed Firakî adındaki halifesi İstanbul'da vefat ederek Emin Nureddin Camiine defnedilmiştir.
Mevlâna Halid l826 yılında kolera hastalığına yakalandı. Bir akşam namazından sonra, Cuma gecesi, yüzünü kıbleye çevirerek şu âyet-i kerimeyi (meâlen) okumuştu: "Ey itmi'nana ermiş ruh! Dön Rabbine, sen ondan razı, O senden razı olarak haydi gir kullarımın içine ve cennetime dahil ol!" Sonra da ruhunu teslim etti.
Şam'ın Salihiye Mahallesindeki Kasyon tepesinin eteğine defnedildi.
Mevlâna Halid Hindistan'a gitmeden evvel hep ilmî eserler yazmıştı. Ondan sonra ise tasavvuf ve tarikata dair eserleri oldu. Dokuz adet ilmî eseri bulunmaktadır. Altı tane de Farsça tasavvufi eseri vardır. Tarikatı hakkında ise başkalarınca yazılmış eserler bulunmaktadır.
Şarklı âlim Sadreddin Yüksel Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin Divan ve Şerhi isminde hazırladığı, eserin l200. mısrasındaki şu ifadeler dikkati çekmektedir:
"İmam-ı Rabbanî'nin her iki gözü mesabesinde olan Said ile Urvetü'l-Vüska Masum hürmetine."
Mevlana Halid'in cübbesi, Küçük Aşık ve
Bediüzzaman
Küçük Âşık
Küçük Âşık veya Hacı Âşık diye bilinen zatın asıl adı Mehmed'di. Babası leblebicilik yapardı. Çok küçük yaşta kendisini ilim ve iman yoluna adadığı için, lâkabı Küçük Âşık olarak söylenmektedir. Küçük Âşık Mehmed Efendinin, eşi Fatma Hanımdan altı tane kızı olmuştu.
Küçük Âşık ilim yolunda, ana ocağı Afyon'u terk ederek İstanbul'a gelmiş, Bir müddet burada ilim tahsil ettikten sonra, bu defa da bundan önceki asrın müceddidi Mevlâna Halid Hazretlerini ziyaret etmek, onun irfan meclisinde diz çökerek ilim ve irfan feyzine ermek için, Mısır'a giden bir gemiye binerek Şam'a doğru yola çıkmış. Kendisi gibi Şam'a, Mevlâna Halid'e gitmek isteyen diğer ilim talipleri, "Hey molla, sen nereye gidiyorsun?" diye sorduklarında Küçük Âşık, "Şam'a, okumaya" diye cevap vermiş. Gemi Beyrut'a gelince Şam yolcuları inip kara yoluyla Şam'a gelmişler. Şam'ın Ümmiye Camiinde namazdan sonra "Mevlâna Halid'i ziyarete varalım" demişler. Küçük Âşık'a ise; "Delikanlı, biz ehl-i tarikatız, sen okumak için kendine bir medrese bul" demişler. Küçük Âşık Mehmed ise, bütün zahiri ilimleri okuduğunu, kendisinin de maksadının Mevlâna Halid Hazretlerini ziyaret etmek olduğunu söylemiş. Onlarda, "Daha sen çok küçüksün, Şeyh Halid Hazretleri seni kabul etmez!" demelerine rağmen Küçük Âşık Mehmed azminden vazgeçmemiş ve mollalarla münakaşa ederek tekkeye varmışlar.
Mevlâna Halid Hazretleri bir keramet haliyle Küçük Âşık Mehmed'in geleceğini biliyormuş. Hizmetkârlarından birisi, kapıda İstanbul'dan bir grup ziyaretçi olduğunu söylemiş. Sonra bu ziyaretçiler Mevlâna Halid Hazretlerinin dergâhına girmişler. Şeyhin elini öperken, sıra Küçük Âşık'a gelmiş. Şeyh, "Gel bakalım, benim küçük Mehmed'im, sen hoş geldin" diyerek, hiç tanımadığı halde, Afyon'un ve Anadolu'nun bu küçük âşıkını bağrına basmıştı.
Mevlâna Halid, Küçük Âşık Mehmed'i yanına, hizmetine almış. Küçük Âşık yıllarca Mevlâna Halid Hazretlerine hizmet etmiş. Zaman zaman Mevlâna Halid, "Oğlum, Mehmed'im, senin memleketinde kimin var? Seni hiç arayan, soran yok, mektubun da gelmiyor" deyince, Küçük Âşık boynunu bükerek, "Allah'tan gayrı kimsem yok" diye cevap verir ve gözleri yaşarırmış.
Bir gün Küçük Âşık'ın annesiyle babası diyar diyar evlâtlarını aramaya başlamışlar. İstanbul, Mısır ve nihayet Bağdat, Şam yollarına kadar düşmüşler.
Mevlâna Halid Hazretleri bir öğle vakti abdest almak istemiş. Küçük Âşık hemen leğen ve ibriği getirmiş. Mevlâna Halid eskiden sorduğu gibi yine sormuş: "Yavrum Mehmed'im, senin memleketinde kimin var?" Küçük Âşık'ın yine gözlere dolarak, "Allah'tan başka kimsem yok" diyerek cevap vermiş. İşte o zaman Mevlâna Halid Hazretleri avucunun içini açıp, Küçük Âşık Mehmed'in yüzüne karşı ayna gibi tutarak, "Bak bakalım, dikkat et, ne göreceksin?" demiş. Küçük Âşık Mehmed, Mevlâna Halid Hazretlerinin avucunda annesiyle babasının resimlerini görmüş. Kıp kırmızı olarak, hiç sesi çıkmayan Küçük Âşık Mehmed'e, Mevlâna Halid, "Ey Mehmed, sen buraya annen ve babandan izinsiz ve habersiz geldin" diyerek, Mehmed'in yaptığı işleri söylemiş, anne ve babasının yakınlara geldiklerini haber vermiş. Küçük Âşık yaşlı gözlerle, "Annem ve babam buraya gelip, beni şeyhinden ayırıp götürürler, sizin hasretinize dayanamam diye böyle yaptım" demiş.
Onlar böyle konuşurken kapı çalınmış. Küçük Âşık'ın annesiyle babası içeri girmişler. Küçük Âşık Mevlâna Halid Hazretlerinin yanından ayrılıp da Afyon'a gitmek istememiş. Annesiyle babası Şeyhten izin alarak, evlâtlarını alıp götürmek istiyorlarmış. Küçük Âşık ise bir türlü şeyhinden ayrılmak istemiyor, şeyhinin hasretine dayanamayacağını söylüyormuş. Bunun üzerine, Mevlâna Halid Hazretleri sırtından hırkasını çıkararak, Küçük Âşık Mehmed Efendiye giydirmişti.
"Sen benim hasretime işte şimdi dayanırsın, küçük benim cübbemi götürüyorsun. Şimdi Afyon'a gideceksin, buraya kadar geldiğine göre, hac farizasını eda et, öyle git!" demiş.
Küçük Âşık Mehmed, hocasının hasretini gidermek için cübbesini giyip, ellerini öperek, hayır dualarını aldıktan sonra, anne-babasıyla Hicaz'a gitmiş ve sonra da Afyon'a gelmiş.
Afyon'da müftülük yaptığı gibi, şimdi kendi ismiyle söylenen Hacı Âşık Camiinde dersler de okutmuş. İlim ve maneviyat bakımından çok üstün olan Hacı Âşık Efendi, senelerce medreselerde ders okutmuş, Yunus Hoca ve Sandıklı Şeyhi Hasan Efendi gibi meşhur kimseleri yetiştirmiş.
Hacı Âşık Mehmed Efendi, ilk defa dolapla kuyulardan su çekmeyi de icad etmiş. Tabak esnafını müftülük binasına zaman zaman toplayarak "Cehri" denilen bitkiyle derinin daha iyi boyandığını onlara öğretmiş.
Küçük Âşık Mehmed Efendi l845 yılında vefat etmiş. Kabri Afyon'un Devrane mezarlığındadır. Bu mezarlık sonradan kaldırıldığı zaman, Hacı Âşık Mehmed Efendinin sadece mezar taşı getirilip, bugün adıyla anılan camiin yanına dikilmiş.
Mevlâna Halid'den Bediüzzaman'a ulaşan cübbe
l940 civarında yazıldığını tahmin ettiğimiz bir mektubunda Üstad şunları ifade buyurmaktadır:
"Eski zamanda, on dört yaşında iken, icazet almanın alâmeti olan Üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı...
"O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip, veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyâyı azimeden dört-beş zatın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bu günlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğine bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum. (Bu mübarek emaneti Risale-i Nur talebelerinden ve ahiret hemşirelerimizden Asiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım...)"
Küçük Âşık'ın torunu Âsiye Mülazımoğlu
l885 yılında Afyon'da dünyaya gelen Asiye Mülazımoğlu'nun babası Mehmed Bahaeddin Efendi annesi ise Zakire hanımdır. Mehmed Bahaeddin, Küçük Âşık'ın torunudur.
Âsiye Hanım dedesinden kendisine intikal eden bu cübbenin üzerinde yıllarca titremiş, istiklâl savaşında, Yunan işgalinde, memleketlerini terk etmek zorunda kaldıkları günlerde bile onu yanından ayırmamış. Sandıklı, Isparta ve Akşehir'e gittiklerinde zor zarurî eşyaları ile birlikte bu cübbeyi de daima yanında taşımış.
Asiye Hanımın kocası Tahir Bey, Kastamonu Hapishanesine müdür olarak tayin edildiği zaman, Mülazımoğlu ailesi de nihayet Kastamonu'ya gelip yerleşmiş. İşte bu yerleşme günlerinde, uzun yıllar dolaştırılan cübbe de asıl sahibini bulmuş.
Babası Bahaeddin Efendiyle birlikte Bediüzzaman'a giden Asiye Hanım, Mevlânâ Halid'in emanetini bu asırlık yadigârı sahibine teslim etmişti.
Cübbenin sahibi: "Asiye'nin duası kabul oldu " diyerek uzun yılların iştiyakını, hasretini ifade etmişti.
Aradığını Bağdat yollarında bulan Küçük Âşık'ın torunları, dedelerinden daha şanslıydılar. çünkü onlar aradıklarını Anadolu'da bulmuşlardı.
Asiye Hanım'ın ismi ve hizmetleri Risale-i Nur'un lâhikalarında yer yer zikredilir.
Asiye Mülâzımoğlu Risale-i Nur'un kudsî hizmetinde bulunmuş mübarek bir hanım..
Ankara'daki evinde ziyaret ettiğimiz zaman, yaşından beklenmeyecek zindelikte bize bu konuda bilgiler vermişti.
Bizi gülerek karşılamış, "Bugün içimde bir sevinç vardı, sizin geleceğinizi âdeta bekliyordum" diyordu.
Mevlâna Halid Hazretlerinin bu cübbesi Bediüzzaman'ın yanında kalmıştı. Yıllar sonra, l950 yılı sonbaharında Urfalı Vahdi Gayberi Emirdağ'da Üstadı ziyaret ettiği zaman, Üstad bu mübarek cübbeyle birlikte bazı eşyalarını, kendisinin de Urfa'ya geleceğini söyleyerek Gayberi'ye verip, Urfa'ya göndermişti. Mevlâna Halid'in cübbesi bugün Urfa'da Abdülkadir Badilli tarafından muhafaza edilmektedir.