Hekimoğlu İsmail
fgulen.com
09.07.2002
'Kur'an'ı görmeden büyüdüm'
Bu arada ruhundaki açlığı fark eden Hekimoğlu İsmail hayatında manevi bir tatmin arar; din ve ilim, onun için önem kazanmaya başlar geçen sürede. Bunun neticesinde Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek ister. Kur'an'ı hayatında ilk gördüğünde de takvimler 1950'lerin ikinci yarısını göstermektedir: "Kur'an okumasını bilmiyorum. Din adına hiç bir şey bilmiyorum. Ben Kur'an-ı Kerim'i ilk 1957 olacak, o tarihte gördüm. Yani Kur'an-ı Kerim'in yüzünü görmeden büyüdüm. Kur'an okumasını, Arapça'yı, İngilizce'yi ve eskimez yazıyı da (Osmanlıca) kendi kendime öğrendim. Bediüzzaman buyuruyor ki -o cümle beni kurtarmıştır- 'Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz. Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak ey aziz." İşte Üstad orada beni yakaladı. 'Acz-ı mutlak, yani aczini bil.' İşte Allah vurdu yatırdı beni. Bir hücreyi sıkmış, beynim kanamış. Gittim gürültüye. Hayat dediğin nedir? Adam dediğin ne ki? Toplu iğne deliği kadar küçük bir tek hücreyi kanatmış. Bu el benim mi ya? Hani hükmedeyim. Allah'a sığındım. Veren sensin, alan da sensin. Ne yapacaksan yap Ya Rabbi. Sonra 'fakr-ı mutlak', asgari geçim şartları içinde geçin. Ekmek, peynir... Yemeğe paydos. 78 kilodan 72 kiloya düştüm. Ondan sonra 'şükr-i mutlak.' 'Her hale elhamdülillah, küfür ve dalâlet hariç.' Üstad'ın bu sözünü de ezberledik. Her hale elhamdülillah. Açlığa, sürünmeye, üşütmeye elhamdülillah, hastalığa elhamdülillah..."
Hekimoğlu, Bediüzzaman'la da yine aynı dönemlerde tanışır; önce eserlerini tanır, sonra da bizzat kendisiyle görüşme imkanı bulur: "Üstad'ı ilk tanıdığımda sene 1957'ler olacak. Dediler ki Said-i Nursi isminde bir adam var. Evlenmemiş. İşte şöyle dinî kitaplar yazmış, şöyle talebeleri var. Ömrü hapislerde geçiyor. İsyan ettim. O zaman ben asiyim. Ben de dedim ona hizmet edeceğim. Hemen kalktım Emirdağ'a gittim. Otobüsten indik, birisi geldi, 'Sen, sen' diyerek birkaç kişiyi seçti. 'Allah Allah' dedim, 'Gelir gelmez bizi tevkif ettiler."
"Gidiyoruz, bizi Üstad'ın evine götürdüler. Sonradan öğreniyoruz ki bizi almaya gelen Sungur Ağabey'miş meğer. Üstad'ın evine giderken de içimden söylüyorum 'Madem Üstad'ın kerameti var, bana keramet göstermesin Ya Rab. Üstad çok keramet gösterirdi. Çünkü başka türlü yaşayamaz. Akraba yok, mevki yok, makam, para, ev bark yok, yalnız keramet... Şimdi ben... bir keramet görsem bayılır düşerim 'Ya ne oluyorum? Böyle şey olur mu?' diye. Aman keramet göstermesin. Keramet göstermedi. Ama kerametsiz de olmuyor. Bizi kapıda yakaladı, o 10-15 kişi içinden beni de seçti, yanına oturttu. Elini öpmek istedik, öptürmedi. 'Bu ellerde ne var kardeşlerim?' dedi. Sonra kendi Türkçe'siyle ders yaptı bize. Ardından da 'Kardeşlerim' dedi 'Şimdi siz gidin, çünkü çerçeve daralıyor.' Biz de kalktık, Eskişehir'in Çifteler kazasına gittik. Kendi kendime o zaman dedim ki 'Ya biz havari miyiz? Neyiz böyle? Herkes bize düşman. Biz böyle geziyoruz gariban. Tevkif olduk, olacağız. Sen kimsin ya? Biz Hz. İsa'nın hayatını mı yaşıyoruz? Neyse, bana bunları düşünmememi söylediler."
"Ayrıca seneler sonra (1960) biz Ceylan (Çalışkan) Ağabeyle arabacılık yapacağız. Birkaç kişi daha ortak oldu. 40 bin liraya 1946 model bir minibüs aldık. Zeytinburnu hattında yolcu taşıyacağız. Ve bir gece rüyamda, Üstad beyaz bir elbise giymiş, general rütbesinde, elinde bir değnek, beni dövmeye götürüyor. Dedim 'Üstadım beni niye döveceksin?' O da dedi ki 'Arabayı Ceylan'a ver.' 'Baş üstüne' dedim. Arabayı Ceylan Ağabeye verdik. O araba 5-6 defa çarptı, sonra yandı. Üstad böyle rüyada müdahale etti."
Bir keresinde de, Hekimoğlu İsmail'in Amerika'ya gideceği söylenir Bediüzzaman'a. Bunun üzerine Bediüzzaman da Hekimoğlu'ndan Amerika'ya Risale-i Nur götürmesini ister. Fakat havaalanlarından risaleleri geçirmenin imkanı yoktur. Neyse, Hekimoğlu İsmail de, cezaevine atılmayı göze alarak bavullarından bir tanesini Risale ile doldurur. Havaalanına gelindiğinde bütün bavullar tek tek aranır, bir tanesi hariç. Sıra Amerika'dan giriş yapmaya gelmiştir. Amerika'ya ulaşıldığında yine bütün bavullar tek tek elden geçirilirken Risalelerin içinde olduğu bavulu aramayı kimse aklına getirmez. Hekimoğlu İsmail de böylece, yanında getirdiği Risaleleri Kongre Kütüphanesi'ne hediye eder. Yıllar sonra orayı ziyarete gidenler, Hekimoğlu'nun kütüphaneye bıraktığı Risalelerin ilk baskılarına ait o nüshaları görme imkanı bulur.
Hekimoğlu, Erzurum'da bulunduğu bir dönemde de Mehmet Kırkıncı Hocaefendi'nin sohbetlerine devam eder: "Erzurum şivesiyle konuşan bir adam. Risale-i Nur'u bir anlattı, şahane. Kimdir dedim ya bu. Konuşmasını bilmiyor, Risale-i Nur'u nasıl biliyor böyle. Dediler ki bu meşhur Kırkıncı Hoca. O günden itibaren Kırkıncı Hocaefendi'ye de talebe oldum. Fethullah Gülen Hocaefendi'ye de talebe oldum. Yakaladıklarıma talebe oldum. Hiç hoca olmadım. Kırkıncı Hoca, geçen sene mi neydi, bir gün dedi ki bana; 'O zaman benim dersime gelen çok kimse vardı. Bu Ömer'den hiçbir şey beklemiyordum. Ömer bir kenarda oturur sesi çıkmazdı. O adam oldu, öbürleri hep dağıldı.' 'Bundan bir şey olmaz' diyormuş. Konuşmazdım kimse ile. Köşede oturup derdime yanıyordum."
Hekimoğlu İsmail'in kendisini hizmet ehli olarak ortaya koyduğu aşikardır. O, ilk yıllarından beri bu özelliğinden hiç taviz vermemiş birisidir. Kabul etmese de Minyeli Abdullah'ın ta kendisidir o: "1959 senesinde Said Özdemir'e, ilk Sözlerin baskısında kullanılmak üzere kendi çapımda yardımda bulundum. Ben hep verdim, hâlâ da vermeye devam ediyorum."
Herkes Hekimoğlu İsmail olarak bildiğinden, kendisi için aynı ismi kullandığım Ömer Okçu, evliliğini ise 1959 senesinde gerçekleştirir, Sermin Hanım'la evlenir. Bu evliliğinden ilki 1960'da doğan Osman olmak üzere bir de Ayşe adlı bir kızı dünyaya gelen Hekimoğlu İsmail'in döneminde Türkiye, bir 27 Mayıs 1960 darbesi, iki ihtilal girişimi ve bir de 12 Mart Muhtırası yaşar. 1972 yılı ise -her an tevkif edilmeyi bekleyerek geçirdiyse de- onun için sevdiği askerlik mesleğinden emekli edildiği yıl olacaktır. Hekimoğlu İsmail, emekli olduğu o yıl itibariyle Minyeli Abdullah gibi bir romanı yayınlanalı beş yıl olmuş bir yazardır artık. Minyeli Abdullah, ilk olarak o zaman sahibi de farklı olan Sabah gazetesinde tefrika edilir.
Roman yazma fikri nereden doğdu? Sizi yazmaya iten sebepler nelerdi?
"Önce meseleye baştan başlayalım. 1960'lı yıllarda üç büyük fikir hareketi vardı. Bir Türkçüler, iki dindarlar, üç dine karşı olanlar. Herkes kitap yoluyla davasını anlatıyordu o dönemde. İşte komünistler, Türkçüler vs. Dindarların kitapları ise sadece ilmihallerden oluşuyordu. Durmadan ilmihal basılıyordu. Halbuki ilmihal ancak İslamı kabul etmiş insanların okuyacağı bir kitaptır. Önemli olan insanlara İslamı nasıl kabul ettireceğiz? Yani usül yanlış. Yoksa ilmihal başımızın tacı. İslamda fıkıh birinci sıradadır. Diğer ilimler sonradan gelmeli. Sokaktaki adama hitap etmemiz lazım. Nasıl olacak bu? Türkçülükte Nihal Atsız liderimizdi. Nihal Atsız'ın bir sözü vardı 'Bir kemik için 49 günlük yola giden köpekler bile bizim yalnızlığımıza gülecek.' Türkçüler de öyle yalnızdı. Halka bir şey anlatılmıyor sadece 'Yaşasın Türkler' deniyordu. Yahu Türkleri yaşatacak olan kim? Allah de ya. Yok. Öyle deyince irticai faaliyet... Yahu Müslümanım demek irtica ise elhamdülillah mürteciyim. Ne güzel söylüyordu Necip Fazıl; 'Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana/Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.' Türkçülüğü ve komünizmi anlatan kitaplar var, İslamiyeti anlatanlar ise başka. 'Tut orucu, kıl namazı, gidersin cennete.' Bırak şimdi kardeşim. Tamam, Allah cenneti nasip eder inşaallah ama biz şu dünyayı nasıl cennet edeceğiz. Bunun üzerine 'Ben' dedim 'roman yazacağım"
Fakat Hekimoğlu'nun romana başlaması o kadar kolay olmayacaktır. Bazı sıkıntılara göğüs germek durumunda kalacaktır o: "Gizli gizli roman yazıyorum. Beni futbol topuna çevirdiler. Birisi bir tekme vuruyor, Nurcu oluyorum. Oradan bir tekme vuruyorlar komünistlerin içine düşüyorum. Meslek arkadaşlarımın yüzde 90'ı komünistti. Komünistler edebi zevki fazla olan adamlardı. Ben de elime geçenleri okuyordum. Mesela Nazım Hikmeti çok dikkatli okudum. 'Nasıl yazıyor, insanlara niye tesir etmiş?' diye. Ben komünist olurdum. Ama hayatlarını beğenmedim."
Nasıl bir ortamda idiniz komünist arkadaşlarınızla?
"Oturup karşılıklı şiir okuyorduk. Onlar Nazım Hikmet'ten okur, ben de Necip Fazıl'dan okurdum. '...Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem/Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem/Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları/Alt kat: kızkardeşimin (Tamtamda) çığlıkları...' Yine '.. Yeryüzünde yalnız benim serseri/Yeryüzünde yalnız ben derbederim/Herkesin dünyada varsa bir yeri/Ben de bütün dünya benimdir derim.' Ve 'Yağız atlı süvari/Koştur atını koştur/Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları/Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur/Ne senin anladığın kadar kaldırımları.' Biz böyle Bediüzzamanlar'dan, Nihal Atsızlar'dan, Necip Fazıllar'dan beslenerek büyüdük, bunları ezberledik. Gıdamız bunlardı. Bir yemek yediysek on tane şiir okuduk. Böyle girdik edebiyat dünyasına."
O dönemde Hekimoğlu'nu etkileyenlerden biri de Victor Hugo'dur. Onun özellikle Sefilleri'nden çok etkilenir Hekimoğlu: "Victor Hugo'yu gözyaşlarıyla okudum. Bir Victor Hugo olmak için çıktım yola." Hekimoğlu İsmail böylece, derdini, tamamlandığında çok büyük ilgiyle karşılanacak ve 1980'lerde filme alındığında yine olay olacak Minyeli Abdullah'la anlatmaya başlar: "Romanın geçtiği Mısır Türkiye'ye çok benziyor. Minyeli Abdullah da benim gibi Hababam sınıfından bir adam. Tam bana benziyor. Onun için 'Tamam, bu şema iyi' dedim. Bir de romanda Sevde var, herkes onu bizim hanım zannediyor. Halbuki değil." Romanı yazım aşamasında, gazeteci Mustafa Polat başta olmak üzere desteklerini esirgemeyenler de olur tabii ki. Bunların sonucunda Hekimoğlu romanı, davası için o kadar yürekten çalışarak yazar ki, tamamladığında kendisine teklif edilen telif ücretlerini bile kabul etmez: "Roman kapışılıyor. Bir kitapçı o zamanın parası ile üç tane daire alabilecek bir para teklif etti. 'Hayır' dedim 'Biz bu davanın ekmeğini yemek, saltanat sürmek için girmedik bu yola. Siz başlayın beni açlıktan öldürmeye. Said-i Nursi bize 'Kardeşlerim öyle yaşayın ki, hapishanede evi aramayasınız' diye buyurdu. Üstad bize mevki, makamın, ziyafetlerin yolunu göstermedi ki."
Fethullah Gülen Hocaefendi ile ne zaman tanıştınız peki?
"Ne yapacağım diye şaşkın olduğum sıralarda Fethullah Hoca çıktı karşıma. Hocaefendi'yi 1970'lerde bir dersanede gördüm. O zaman da tanıyordum ama bugünkü gibi değil. Bu iş, talebe yetiştirmekle yürür. Öyle biz toplanacağız, Risale-i Nur okuyacağız, çay içip yemek yiyeceğiz. 'İslama hizmet ediyoruz.' Laf, laf onlar. Baktım Hocaefendi talebe yetiştiriyor. Tamam dedik şimdi kurtulduk. Haddimi aşarak bunları Hocama da söyledim. 'Ne yapayım? Eldeki malzeme bu' dedi ve ağladı."
Not: Hatıralar Aksiyon Dergisi'nin 395-396. sayılarında Cemal Kalyoncu imzasıyla yayınlanan yazılardan iktibas edildi.