Dört Maddelik Nasihat
Fethullah Gülen
02.06.2008
Sevgililer Diyarına Hazırlık
Sâlih amellere karşı arzu uyaran, iradeyi şahlandıran ve iştiyâkı arttıran; fena işlere karşı da nefsi dizginleyen, hevâyı gemleyen ve hevesi frenleyen bu söz incilerinden birinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ebû Zer hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed'e şöyle buyurmuştur:
جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
وَخُذِ الزَّادَ كاَمِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ
وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ
"Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb'in senin yapıp ettiklerinden de haberdârdır."
Aslında, daha dünyaya ilk adımını attığı andan itibaren, insan için geriye sayım başlamış demektir. Hattâ embriyolojik sürecin mebdei, bir manada onun için sonun da başlangıcıdır. Çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri bu vetirede sadece birer konaktan ibarettir. İnsan, nasibi ölçüsünde ya bu konakların hepsine bir misafir olarak muvakkaten uğrar veya daha bazı menzillere hiç ulaşamadan ömrünü tamamlar; herhangi bir meçhul noktada ölüm adlı çıkış biletini alır, -sefer halindeki bir trenden dışarıya atılıyormuş gibi- dünyayı arkada bırakır ve kabir koridorundan geçerek ahiret güzergâhına varır.
Kimileri için ölüm, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma, bir hiçlik ve bir tükeniştir; mü'minler için ise, yaratılırken belli bir plan, program, hikmet ve maslahata göre yaratılan insanın, yine bir plan ve programa bağlı olarak bir buuddan başka bir buuda intikali, bir hâl değişikliği geçirmesi, amellerinin ürünlerine göre farklı bir sürece girmesi ve neticede vatan-ı aslîsine dönerek, Yüce Yaratıcı ile "bî kem u keyf" görüşmeye ve rıdvan yudumlamaya yürümesi demektir. Hâlis bir kulun nazarında, ölüm, "sevgililer diyarı"na ve "ebedî saadet yurdu"na giriş kapısıdır. Onun nezdinde, en büyük mesele, bu dünyada hep saf ve duru bir hayat sürerek ahirete intikale her zaman hazır olmaktır; haşre gönülden inanarak ve ötelere müştak yaşayarak ebedî saadeti yakalama azm u gayreti içinde bulunmaktır.
İşte, Rehber-i Ekmel (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in, Hazreti Ebû Zerr'e nasihatinde de insanın yolculuğuna, sefer hazırlığına ve yol âdâbına dikkat çekilmektedir:
Ummana Göre Gemi
"Ceddidi's-sefînete feinne'l-bahra amîkun" Gemini restorasyona tâbi tut, sağını solunu gözden geçir; tamir isteyen yanlarını onar ve bakımını tamamla. Çünkü, ruhlar âleminden Cennet'e uzanan uçsuz bucaksız ummanda dağvârî dalgalarla karşılaşman kaçınılmazdır. Gemin sağlam olmalıdır ki, uzun sefere, hırçın dalgalara ve korkunç fırtınalara dayanabilsin. Küçük bir gölde tenezzüh için kullanılan kayık ile okyanus geçilemez; tekne ile açık denizde uzun süre yol alınamaz. Gemini öyle yenile, o kadar geliştir ve o denli bakımlı tut ki, bir transatlantiğin üzerinde ilerliyormuş gibi aşabilesin en zorlu engelleri!..
Gemiyi yenilemekten maksat, daima Kelime-i Tevhid ile meşgul olmak ve tahkikî imana ulaşmaya çalışmaktır. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ceddidû îmâneküm bi lâ ilâhe illallah – İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah' ile yenileyiniz" buyurmaktadır. Şu kadar var ki, Allah Rasûlü'nün bu nasihati, sadece dil ile Kelime-i Tevhidi söylemeye hamledilmemelidir. Bu mübarek beyan dil ile telaffuz edilirken, aynı zamanda vicdanda da duyulmalıdır ki, iman tecdid edilmiş olsun. Bu itibarla da, "Lâ ilâhe illallah deyin" sözü, "Bu kelimeleri vicdanınızda duyun; din ve iman adına her an daha bir derinleşme peşinde olun; devamlı kendinizi yenileyin ve yaratılış gayesine ulaşma uğrunda sürekli mesafe katedin!.." demektir.
İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Bu yenilenme, mü'minin tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası haline gelmelidir ki, o devamlı surette imanını derinleştirsin ve nihayet tahkikî imana erişsin. Evet, imanı tecdid etme ve böylece ruhen yenilenme, kavlî olarak "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah" demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet haline getirilmesiyle devam eder; sonra da mârifetin muhabbeti, muhabbetin aşk u şevki ve aşk u şevkin de cezb u incizâbı netice vermesiyle en ileri seviyeye ulaşır.
Mektubat'ta da vurgulandığı üzere, nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insana hükmetmekte; onun gafletinden istifade ederek, pek çok hile, şüphe ve vesveseyle iman nurunu karartmaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır. Her fırsatta cilalanmış, sürekli parlak tutulmuş ve tahkik ufkuna ulaştırılmış bir iman gemisiyle, değil dünyevî okyanuslar, Cehennem gayyaları bile rahatlıkla geçilebilecektir.
Ahiret Azığı
"Ve huzi'z-zâde kâmilen feinne's-sefere baîdun" Azığını eksiksiz al, yol boyunca ihtiyaç duyabileceğin her şeyi tedarik et. Sahilden ayrıldıktan sonra artık erzak bulmakta oldukça zorlanırsın, hatta hiç bulamazsın; öyleyse henüz vakit varken ve gemin demir almamışken önündeki uzun seferde muhtaç olacağın levâzımâtı iyi düşün, güzelce hesapla ve tastamam hazırla!
Hadis-i şerifteki, "zâd" kelimesi, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve sair ihtiyaçlar demektir; dilimizdeki "azık" sözcüğünün karşılığıdır. İnsan için iki yolculuk mukadderdir; ilki dünyada yolculuktur; ikincisi ise, dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için yiyecek, içecek, giyecek ve gerektiğinde harcayacak mal lazım olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lazımdır. İşte, ilkinden daha hayırlı olan bu zahîre, takva azığıdır.
Evet, Hak yolcusu için her seviyede takvâ bir zâd-ı ahirettir. "Uzun ve meşakkatli seferlerde mutlaka azık edinin ve bilin ki azığın en hayırlısı haramlardan korunma, marufları yerine getirme manasına takvâdır" (Bakara, 2/197) fehvasınca, rıza ve rıdvana yürümeye niyet eden her irade eri, her zaman takvâ serasına sığınmalıdır. İnsana takvâ azığı kazandıracak olan vesile ise, sâlih amellerdir. Dolayısıyla, başta namaz olmak üzere, Allah'a ibadet ve kullara şefkat yörüngesinde yapılan hayırlı işlerin hepsi mü'min için ahiret zâd ü zahîresidir.
İnsan bir köyden diğerine, bir şehirden bir başkasına ve hele bir ülkeden farklı bir memlekete giderken ne kadar düşünür, taşınır, hazırlık yapar ve yol için tedbirler alır. Azizim, bir karyeden diğerine, bir ülkeden bir başkasına, bir gezegenden diğer bir gezegene, hatta bir sistemden daha başka bir sisteme değil, maddeden, fizik aleminden, elektronlar ve nötronlar dünyasından hiç bilmediğin bir diyara göç etmektesin. Ne kadar uzun olduğunu dahi takdir edemeyeceğin bambaşka bir seferle karşı karşıyasın. Bu yolculukta ihtiyaç duyacağın eşyayı da kendi akl u izanınla belirleyemezsin! Dünyada sefer için neler lazım olduğunu düşünüp tedarik edebilirsin; fakat, dünyadan sefer söz konusu olduğunda, ötelerin zâd ü zahîresini ancak seni o yola sürükleyen ve sana seyahat gücü veren Kudreti Sonsuz'un mesajlarından öğrenebilirsin.
Vahyin rehberliğine başvurmadan, teheccüd ile kabir aydınlığı arasındaki münasebeti bilemezsin.. Allah'a hâlisâne kulluk ile mizanda terazinin ağır basması arasındaki irtibatı sezemezsin.. burada sırat-ı müstakim üzere yaşamakla ötede Sıratı geçmek arasındaki alâka ve uygunluğu takdir edemezsin.. iman ile Cennet'e girme ve küfür ile Cehennem'e düşme arasındaki kuvvetli bağı göremezsin. Ne var ki, seni Yaratan, rotanı belirleyen ve üzerinde yürüyeceğin yolu hazırlayan Zât, sana güzergâhı bildirdiği gibi, seferde ihtiyaç duyacağın zâd ü zahîreyi de haber vermiştir. İlahî mesaja göre yaşadığın, ötelere hazırlandığın ve kabir kapısına tedarikli adım attığın takdirde, ahiretin yol haritası elinde demektir ve ebedî saadete açılan caddede yürümen oldukça kolaylaşacaktır. Unutmamalısın ki, Cennet azığı taat; Cehennem kumanyası ise mâsiyettir; heybende hangisi varsa, sana onun kapısı açılacaktır.
Dünyada Aşılan Ukbâ Tepeleri
"Ve haffifi'l-hımle feinne'l-akabete keûdun" Azığını eksiksiz al ama yol boyunca sana lazım olmayacak yükleri boş yere yanında taşıma. Cehennem'e yakıt olacak bütün dünyevîlikler yüktür insanın sırtında. Küfür, fısk, isyan yüktür; herbir günah ve hata yüktür. Bu itibarla, yükün hafifletilmesinden maksat, mâsiyetten sıyrılmak ve günahlardan arınmaktır.
Önündeki zorlu engelleri, aşılması güç geçitleri ve sarp yokuşları düşün; belini bükecek ağırlıklarla katedemezsin o uzun mesafeyi. Elli, yüz, yüz elli kiloluk bir ağırlığı belki birkaç adım taşıyabilirsin; fakat, onunla kilometrelerce yürüyemezsin, onca yükle hedefe varmaya güç yetiremezsin. Öyleyse, öteye adım atarken dünyevî ağırlıklarından kurtulmalı, ahirette işine yaramayacak hiçbir şeyin hamallığını yapmamalı ve yükünü hafif tutarak yürüyüşünü kolaylaştırmalısın.
Öncelikle, dünya hayatında insanın karşısına çıkan her musibet bir sarp yokuştur. Şeytanın tuzakları ve nefsin arzuları, aşılması gereken birer tepedir. Mâsiyete karşı sabırdan sâlihât peşinde koşmaya kadar her hayırlı amelin önünde de zorlu geçitler vardır. Nefs-i emmâre iradenin kolunu kanadını kırmak için her an insanın gâfil ve zayıf bir anını kollamaktadır. Bilhassa, insanlığın kin, nefret ve gayzla yatıp kalktığı, dünyanın bir savaş alanı ve kan gölü haline geldiği âhir zamanda sevginin tercümanı olmak ve herkese şefkatle yaklaşmak dahi zorlardan zor bir iş keyfiyetini almıştır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, insanların önlerindeki sarp yokuşları, göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık isteyen zor işleri sayarken, bu hususa da dikkat çekmiştir. "Sarp yokuş, bilir misin nedir?" dedikten sonra, "Sarp yokuş, bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır; kıtlık zamanında yemek yedirmektir; yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir mekanı olmayan) fakiri doyurmaktır. Bir de sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır." (Beled, 90/12-18) buyurmuştur.
Ölüm de, öbür âleme varıp uzanan müthiş bir geçittir. Aslında, âhiret geçitlerinden hepsi çok dehşet vericidir; kabir, suâl, mahşer, mizan ve Sırat gibi âhiret duraklarının herbiri insanın canını dudağına getirecek mahiyettedir. Fakat, ölümün keyfiyeti bu durakları belli ölçüde mûnisleştirmeye ya da daha ürpertici hale getirmeye vesile ve sebep olabilmektedir. Mü'mince ölen bir insanın mahşeri idrak edişi ile imandan nasipsiz bir talihsizin haşri yaşayışı birbirinden çok farklı cereyan edecektir.
Tabii ki, korteksini mâsivâ ile doldurmuş, şuuraltı müktesebâtını mal-mülk düşünceleriyle oluşturmuş ve bütünüyle dünyevî mülahazalara gömülmüş bir insanın ölüm ötesindeki hali de aynı çizgide şekillenecektir. Böyle bir zavallı, "Men Rabbuke?" sorusuna muhatap olunca, kat'iyen doğru cevabı veremeyecektir; zira, şuuraltı müktesebâtında bu suâle dair bir malumât bulamayacaktır. Duygu ve düşünce harmanında, elini attığı her yerde nefis, mal, mülk, şan ve şöhret kırıntılarına rastlayacak ama marifet-i Sâni hesabına hiçbir semereye tevafuk edemeyecektir. Evet, kabirde "Men Rabbuke ve men Nebiyyuke ve ma dînuke?" sorularıyla başlayan ahiret menzillerinin herbiri bir akabedir; ne var ki, bunların aşılması daha dünyadayken azık hazırlamaya ve faydasız yüklerden kurtulmaya bağlıdır.
Söz gelmişken, nazara verilen hususların, hâdisenin kahramanlarına yakışması ve ibret verici olması yönüyle, zikredilmesinde fayda mülahaza ettiğim bir menkıbeyi anlatmak istiyorum. Denilir ki: Rehber-i Ekmel (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, bir gün mescidde kabir azabına, Münker ve Nekir'in ilk sorgulama esnasındaki heybetli hallerine ve berzah hayatına dair beyanda bulunurken, Hazreti Ömer (radıyallahu anh), "Ya Rasûlallah, suâl anında şimdiki aklımız bize verilir mi?" diye sorar. Hikmetin Lisan-ı Fasîhi (aleyhi ekmelüttehaya) Efendimiz, "Şimdiki aklınızla nasılsanız kabirde de öyle olursunuz." buyurur. Bu cevap üzerine Hazreti Ömer, "Böyle olduktan sonra, kabir suâliyle alâkalı korku ve elem çekmeye lüzum yoktur." der.
Hazreti Ömer'in dâr-ı bekaya irtihalinin akabinde, bu hâdise Hazreti Ali'nin aklına gelir; "Bakalım Münker ve Nekir'e nasıl cevap verecek?" der. Cenâb-ı Hakk'ın aradaki perdeyi kaldırması neticesinde, Haydar-ı Kerrar, dostunun suâl anına muttali olur: Melekler heybetli halleriyle Hazreti Ömer'in yanına gelirler ve ona "Rabbin kim? Peygamber'in kim? Dinin ne?" diye sorarlar. Ömer Efendimiz, meleklerin suâline yine bir soruyla mukabele eder; "Siz nereden geliyorsunuz?" der. "Yedinci kat semadan.." cevabı üzerine, bu defa "Yedinci kat sema ile burası arasındaki mesafe ne kadardır?" diye sorar. Melekler, "Yedi bin sene.." derler. İşte o zaman, Hazreti Ömer, kendi ufkunu seslendirir ve "Siz yedi bin senelik yoldan geldiğiniz halde Rabbinizi unutmadınız da, ben evimden çıkıp kabre gelinceye kadar Rabbimi, Peygamberimi ve Dinimi niçin unutayım?" der. Bu sırlı hâdiseyi müşahede eden Hazreti Ali, "Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey Ömer, sahiden davanın eriymişsin!" buyurur.
Evet, aslında ölüm, kabir, suâl, berzah, mahşer, hesap, mizan ve Sırat gibi akabeler, bir manada hep burada geçilmektedir. Ömür sermayesini ve sayısız nimetleri değerlendirebilenler, daha dünyadayken o sarp yokuşları dümdüz birer yola çevirmektedirler. Tevbe kurnalarında arınarak mâsiyet yüklerinden kurtulmakta ve sırtlarında fazla ağırlıklar taşıma zahmetine dûçar olmadan rahatça Cennet'e uçmaktadırlar.
O halde, sen de uhdendeki yükleri hafifletmeli ve dünyevî ağırlıklardan sıyrılmalısın. Bir gün senden ayrılacak ve ahirette fayda sağlamayacak şeylerle manasız uğraşmamalı, geçici işlere bağlanıp onlarda boğulmamalısın. Fâni âlemde bırakmak zorunda kalacağın makam, mansıp, pâye, şan, şöhret, mal ü menâl gibi sebeplere takılmamalı, âhirette senin için kurtuluş fermanı olabilecek vesileleri kollamalısın. Herkesin hakkını gözeterek yaşamalı ve görülmemiş hesapları ötelere taşıma sıkıntısından kurtulmalısın. Hem ibadet hayatına ait borçlardan hem de üzerindeki kul haklarından halâs olmalısın. Günahlarından dolayı istiğfara sarılmalı ve mahşerde seni terletebilecek her türlü sıkleti kabrin bu yanında bırakmalısın. Yoksa, ötede sana yardım edecek, yüküne omuz verecek kimseyi bulamaz ve tahammülfersâ ağırlıkların altında kalırsın.