NUR DERSi - NUR DERSLERi
|
EN SON PAYLAŞILAN KONULAR
|
Konu |
Yazan |
GöndermeTarihi |
|
| Ptsi Mart 16, 2009 11:19 am
|
|
| Ptsi Mart 16, 2009 11:19 am
|
|
| Paz Mart 15, 2009 2:38 pm
|
|
| Cuma Mart 13, 2009 1:54 pm
|
|
| Cuma Mart 13, 2009 1:52 pm
|
|
| Cuma Mart 13, 2009 1:50 pm
|
|
| Perş. Mart 12, 2009 7:30 pm
|
|
| Perş. Mart 12, 2009 11:55 am
|
|
| Perş. Mart 12, 2009 11:53 am
|
|
| Perş. Mart 12, 2009 10:53 am
|
|
| Salı Mart 10, 2009 11:46 am
|
|
| Paz Mart 08, 2009 10:41 pm
|
|
| C.tesi Mart 07, 2009 4:18 pm
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 1:29 pm
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 1:21 pm
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 11:12 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:34 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:32 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:32 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:31 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:31 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:28 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:28 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:27 am
|
|
| Perş. Mart 05, 2009 12:27 am
|
|
| Kur'an Talebesi ve İki Tehlike | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
MUSTAFA ÇAĞRI GaYYuR
Mesaj Sayısı : 54 Kayıt tarihi : 31/01/09
| Konu: Kur'an Talebesi ve İki Tehlike C.tesi Şub. 07, 2009 4:31 pm | |
| Kur'an Talebesi ve İki Tehlike Fethullah Gülen
Hamele-i Kur'an
Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, müslüman yaşlıya ve herkesin hakkını gözeten idareciye -en geniş manasıyla- ikramda bulunmaya teşvik etmenin yanı sıra, "hâmil-i Kur'an" olan insanları da aynı çizgide zikretmiş ve onların da hürmete layık kimseler olduklarını belirtmiştir.
"Hâmil-i Kur'an", lügat itibarıyla, Kur'an-ı Kerim'in metnini zihnine yerleştiren, onun ahlakı ile ahlaklanan ve ilâhî hükümlere uygun olarak yaşayan insan demektir. Aslında, "hâmil-i Kur'an" ya da çoğul ifadesiyle "hamele-i Kur'an"; hâfız âlim ve âbidler başta olmak üzere, Allah'ın kelamını şuurluca okumaya ve Cenâb-ı Hakk'ın marziyatını anlamaya çalışan, idrak ettiği ulvî hakikatleri diğer insanlara da duyurma uğrunda her türlü fedakarlığa razı olan, Kur'an hizmeti yolunda taşınması hayli güç yükleri omuzlayan, gönül verdiği davanın gerektirdiği vazifeleri eda ederken karşılaştığı zorluklara katlanan ve daima ilahi emirlere muvafık hareket etme duyarlılığı içinde bulunan insanların umumî unvanıdır.
Selef-i salihîne göre; hakiki Kur'an ehli olanlar, sadece onu yüzünden veya ezbere okumayı bilenler değil, aynı zamanda onunla amel edenlerdir. Bu itibarla Mushaf'ın tamamını ezbere bildiği halde onun emirlerine uygun hareket etmeyenler "hamele-i Kur'an" sayılmazlar. Evet, "hâmil-i Kur'an", Kitab-ı Hakîm'in hepsini ya da bir kısmını ezberleyenden ziyâde, ona talebe ve hâdim olma mes'ûliyetini idrâk eden ve hayatını onun emirleri ışığında sürdürme gayreti gösteren insandır.
Nitekim, soruya esas teşkil eden hadis-i şerifte, "Ve hâmili'l-Kur'ani gayri'l-gâlî fîhi ve'l-câfî anhu" denilmiş; Kur'an ile meşgul olan bir insanın hakiki "hâmil-i Kur'an" sayılması ve ikrama layık görülmesi için gulüv ve cefâdan uzak bulunması gerektiği ifade edilmiştir.
Bazı âlimler, "gulüv" ifadesini, kıraatin usulünde olmayan taşkınlıklara girmek, tecvidde ve harflerin mahreclerinde mübâlağa yapmak, kelimelerin hakkını hiç veremeyecek ve ayetlerin manalarını düşünemeyecek kadar hızlı okumak şeklinde anlamışlardır. "Cefâ"yı ise, Kur'an-ı Kerim'i öğrendikten ya da ezberledikten sonra unutmak, Kelam-ı İlahî'yi adeta terketmek ve onunla yeterince meşgul olmamak diye yorumlamışlardır. Bu zaviyeden, saygıdeğer bir hâmil-i Kur'an, bir yandan, ayetleri usûlüne göre okuyan, tecvid kaidelerine riayet eden, harflerin mahreclerini gözeten ve bu hususların hiçbirinde haddi aşmayan, aşırılıklara kaçmayan; diğer taraftan da, Kur'an'dan asla uzaklaşmayan, ezberlediği sureleri sürekli tekrar etmek suretiyle hiç unutmayan ve Kelam-ı İlahî'yi okuyup anlamaya çalışmaktan kat'iyen dûr olmayan kimsedir.
Hâricî Taşkınlığı
Ne var ki, Söz Sultanı'nın (aleyhissalatü vesselam) betahsis gulüvde bulunan "gâlî" ve cefa eden "câfî"yi nazara vermesinde daha derin manalar aramak lazımdır. Zira, "gulüv" mübalağanın şiddetli derecesinin ismi olduğu gibi, herhangi bir mevzuda galeyâna gelmek, ayaklanmak, taşkınlık yapmak ve haddi aşmak demektir. Bu itibarla da, Kur'an-ı Kerim'e çok bağlı görünen ve onu baştan sona çok iyi ezberleyen bazı kimselerin dinin diğer delillerini yok saymalarından ve dolayısıyla bir kısım yorum hatalarından kaynaklanan aşırılık ve taşkınlıkları da gulüvdür. Bir yönüyle, her şeyi Kur'an'a bağlama ama onu yorumlarken haddi aşma; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in şerh, izah ve tefsirlerini nazar-ı itibara almama, Selef-i salihînin görüşlerine kıymet vermeme ve kuru nascılık gibi bir yolda yürüme de gulüvdür. Evet, ilk dönem itibarıyla Hâricîler, daha sonra Zâhirîler ve nihayet o cereyanların tâ günümüze kadar uzanan farklı kolları incelenecek olursa, Kur'an'ın gölgesinde ve ona bağlılık adı altında ortaya konan aşırılıkların pek çok misali görülecektir.
Hâricîler, Sıffîn muharebesinde, hakem tayinine razı olup anlaşmayı kabul ettiği için Hazreti Ali'den uzaklaşan, Haydâr-ı Kerrâr'ı büyük günah işlemiş olmakla suçlayan ve kendileri gibi düşünmeyen -sahabiler de dahil- diğer müslümanları –hâşâ– kâfir sayan sapık kimselerdi. Gerçi onlar, Kur'an'ı çok okuyorlardı; fakat, onun zâhirî manasına sarılıyor ve kendi anladıklarının dışında başka hiçbir ihtimal kabul etmiyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanların dalâlette olduklarına inanıyor ve onlara karşı son derece acımasız, gaddar ve zalimce davranıyorlardı. Hâricîler, dar ufuklu ve düşünce fakiri insanlardı; bu sebeple bağnazlığa, huşunete ve hoşgörüsüzlüğe saplanmış; sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklenmişlerdi. Ruhlarındaki taşkınlık ve atılganlıklarının da tesiriyle bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlarının peşinde yürüyorlardı. Evet, onları bilgi ve marifet değil, slogan, heyecan ve muhâlif olma düşüncesi yönlendiriyordu.
Hâricîlere göre; Cenâb-ı Hak'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktu ve böyle bir yetkiyi kabul edenler onların nazarında kâfir olurlardı. Bundan dolayı, hususiyle, "Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam fâsıklardır." (Mâide, 5/47) mealindeki âyetin zâhirî manasına takılan ve onu "Lâ hukme illâ lillâh – Hüküm ancak Allah'ındır." şeklinde bir propaganda sözüne dönüştüren Hâricîler, dillerine doladıkları bu cümleye dayanarak Sıffin'de hakemlik yapan Amr bin Âs ve Ebû Musa el-Eş'arî'yi, Hazreti Ali'de dahil hakemleri kabul eden bütün mü'minleri ve hatta Cemel vak'asına katılan Hazreti Âişe, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi güzîde sahabileri –hâşâ,yüz bin kere hâşâ- kâfir ilan etmişlerdi.
İşte, bu tam bir gulüv idi. Hâricîler, meseleleri nasların zâhirî manalarına bağlayarak yorumda aşırılığa girmiş, hadlerini aşmış ve Kur'an yolunda Kur'an'dan cüdâ düşmüşlerdi. Her meselede, "Acaba, bu konuda Allah Rasûlü hangi esasları vaz'etmiş; Ashab'ın ileri gelenleri neler söylemiş; Selef-i salihîn nasıl davranmış?" demeleri ve böylece kendi anlayışlarını test etmeleri gerekirken, onlar, hevâ ve heveslerine sağlam fikir sureti verme ve kendi kanaatlerini güçlendireceğine inandıkları ayetleri bu uğurda kullanma yolunu seçmişlerdi. Bu itibarla da, onlarınki Kur'an'a bağlılık değil, Kur'an'ı kendilerinin anladığı şekilde anlatmada inat ve onu işlerine geldiği gibi değerlendirmede ısrardı.. aklın hakkını vermek ve dengeli hareket etmek değil, düpe düz bir ifrattı.
Gulât'ın İfratları
Diğer taraftan, Hâricîlerin bu müfrit halleri, farklı bir ifratın doğmasına sebebiyet verdi. Onlar Hazreti Ali'ye kâfir deyince, bu defa da bazı Hazreti Ali taraftarları bir tecessüd, bir ittihad ve bir hulûl yanlışına düştüler; -hâşâ- "Allah onda hulûl etmiştir." deme dalâletine saplandılar.
Haddizatında, Hazreti Üstad'ın da ifade ettiği gibi; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bazı kimselerin bu dalâletini çok önceden Hazreti Ali'ye (kerremallahu vechehu) haber vermişti. Hazreti İsâ (aleyhisselam) sebebiyle, birisi ifrat-ı muhabbetten ve sevgiyi su-i istimal ettiğinden, diğeri ise ifrat-ı adâvetten ve düşmanlıkta haddi aştığından dolayı iki grup insanın helâkete gittiğini hatırlatmış ve Haydâr-ı Kerrâr'a "Senin hakkında da, bazıları muhabbetin meşru sınırını aştıklarından, diğer bir kesim de düşmanlıkta taşkınlık yaptıklarından dolayı felâkete sürüklenecekler." buyurmuştu.
Nitekim, Hâricîler ve Nâsıbîler Hazreti Ali'ye düşmanlıkları yüzünden kaybederken, bazıları da ona karşı sevgilerini meşru dairede tutamadıklarından dolayı yoldan çıkmış; o Şah-ı Merdân hakkında küstahça iddialarda bulunmuş ve ona -hâşâ- Cenab-ı Hakk'ın yanında, Arş-ı A'zamda oturma gibi bir paye vererek ayrı bir ifrata kapaklanmışlardı. İşte bu da farklı bir dengesizlik ve gulüv idi. Zaten, birbirinden farklı kolları hep beraber zikredilirken bu gruptakiler, azgınlar takımı ve aşırı uçlar manasına "gulât" adıyla anılagelmiştir.
Değişik şubeleri arasında bazı farklılıklar bulunsa da, gulâtın en önemli hususiyetleri; Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Ali'nin (hatta Ehl-i beyt imamlarının) bir nevî ilahlığına, onların gaybı bildiklerine, hâdis değil kadîm olduklarına, onları tanımanın yükümlülükleri kaldırdığına, Ehl-i beyt imamlarının peygamberliğine ve bazılarının ruhunun diğerlerine tenasüh ettiğine inanmalarıdır ki, bütün bu düşünce inhirafları da birer gulüvdür.
Binaenaleyh, başta Hazreti Ali olmak üzere, Ehl-i beyt hakkında ilahlık ve peygamberlik gibi, onların kendilerinin asla kabul etmedikleri, hatta duyduklarında çok rencide oldukları unvanlar yakıştıran kimse de gâlî (gulüv yapan) kategorisine dahildir.
Kur'an-ı Kerim'e Karşı Cefâ
Cefâya gelince, daha önce de imâda bulunulduğu üzere, o eziyet, işkence ve zulüm demektir; ayrıca, alâkasız kalmak, terk etmek ve unutmak manalarına gelmektedir. Bu itibarla, Kur'an'ı okumayan, okuyup da üzerinde düşünmeyen ya da okuyup düşündüğü halde onunla amel etmeyen kimse İlahî Beyan'a cefâ ediyor demektir.
Bazıları, bir ömür boyu Allah'ın kelamına karşı bîgâne yaşarlar; yaşar ve böylece Kur'an'a cefâ etmiş olurlar. Aslında, bir insan, iş-güç sahibi de olsa ve pek çok meşguliyeti de bulunsa, biraz gayret etmek ve az bir vakit ayırmak suretiyle Kur'an'ı bir ayda öğrenebilir. Heyhat ki, altmış-yetmiş yaşına ulaştığı halde, onlarca senenin sadece birkaç gününü Kelamullah'a ayırmayan ve ona yabancı olarak dünyadan çekip giden bir sürü inanan vardır. Halbuki, bir mü'minin belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen, hâlâ Kur'an okumasını bilmemesi ve hele öğrenme cehdi göstermemesi müslümanlık adına ciddi bir ayıptır.
Bazıları da Kur'an'ı öğrenirler, hatta ezberlerler; fakat, sonra Mushaf'ı kaldırıp evlerinin duvarına asar ve onu yalnızlığa, kimsesizliğe, garipliğe terk ederler. Belki sadece Ramazanlarda mukabele kasdıyla onu bir aylığına kılıfından çıkarırlar ama akabinde Kelamullah'ı yeniden bir dekor malzemesi gibi kullanmaya dururlar. Hatta, bu uzun fasılalardan dolayı kimileri yüzünden okumayı, kimileri de hafızalarındaki sureleri dahi unuturlar. Onlar da bu şekilde Kur'an'a cefâ etmiş sayılırlar.
Bazıları ise, Allah'ın kelamını dillerinden hiç düşürmezler, sürekli gırtlak ağalığı yapar ve çoğu zaman bağıra bağıra Kur'an okurlar. Dahası kimileri, seslerinin güzelliğini ortaya koymak için ayât-ü beyyinâtı bir vasıta gibi görür ve her zaman harika kıraatlerini (!) sergileme fırsatları kollarlar. Kendilerine beyan hakkı verilince, sözlerini ayetle başlatıp yine bir ayetle bitirirler. Fakat, maalesef onlar da Kelâmullah'ı sadece okurlar; onun muhtevasını anlamaya ve onunla amel etmeye çalışmazlar. İlahî emirlere karşı lâkayt davranır ve böylece Kur'an-ı Kerim'e cefâda bulunmuş olurlar.
İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (aleyhi ekmelüttehaya) Kur'an'dan bu denli uzak yaşayanlar hakkındaki şu tehditkâr beyanı ne kadar da ibretâmizdir: "Her kim Kur'an-ı Kerim'i öğrenir ama mushafı bir köşeye atar, onunla ilgilenmez ve ona bakmazsa, Kur'an Kıyamet günü o insanın yakasına yapışır ve 'Ya Rab! Bu kulun beni terk etti; benimle amel etmedi. Aramızda hükmü Sen ver.' der."
Evet, Kur'an-ı Mu'cizül Beyân, insanın kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim eden; lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emredip beşer ile kötülükler arasına âdetâ aşılmaz engeller koyan bir kitaptır. O, Allah'ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve âfiyeti, istîdât ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifâde etme yollarını öğreten ilâhî beyandır. Kur'an-ı Mecîd, gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusu gibi ulvî hisleri tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını ta'lim eden ve böylece onlara iki cihan mutluluğuna giden yolları gösteren bir ışık kaynağıdır.
Bu itibarla da, Kelâmullah'ın bir köşeye atılması, yalnızlığa terkedilmesi, sadece duvarların süsü yapılması ve yalnızca ölülere okunması revâ değildir. O, ölülerden önce diriler için kurtuluş vesilesidir. Onda ferdî ve içtimâî bütün hastalıklarımızın çaresi vardır. Onu böyle görüp böyle kabul etmemek başlı başına bir cefâdır. M. Akif bu hakikati ne güzel ifade eder:
"İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de! Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde? Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'ân'ın: Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma'nânın: Ya açar Nazm-ı Celîl'in, bakarız yaprağına; Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur'ân, bunu hakkıyle bilin, Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!" Hâsılı; Kelam-ı İlâhî'den kat'iyen uzaklaşmayan, onu usûlüne göre okuyan, emirlerine uygun olarak yaşayan ve ayetleri yorumlama hususunda haddi aşmayan insan ikrama layık bir Kur'an talebesi sayılır. Ne var ki, Kur'an hakkında gulüv ve cefâdan uzak kalabilmek için, usûle riayette titizlik göstermenin yanı sıra, ciddi bir teemmül, tedebbür ve tefekkürle murad-ı ilahiye ulaşmaya çalışmak gerekmektedir. Bunu yaparken de, Kur'an-ı Kerim'in Sahabe tarafından nasıl anlaşıldığını ve nasıl yorumlandığını fevkalâde bir titizlikle kelimesi kelimesine tesbite çalışan, muhkematı esas alarak mülahazalarını yine Kur'an ve Sünnet-i sahiha disiplinleriyle test eden, böylece Kur'an düşmanları tarafından yorum ve te'vil adına ortaya atılan muzahref bilgi kırıntılarını ayıklayan ve murad-ı ilahiyi doğru anlayabilmemiz için harikulâde bir sa'y ü gayret gösteren Selef-i salihîn efendilerimizin müstakim çizgisinden asla ayrılmamak icap etmektedir. | |
| | | MUSTAFA ÇAĞRI GaYYuR
Mesaj Sayısı : 54 Kayıt tarihi : 31/01/09
| Konu: Geri: Kur'an Talebesi ve İki Tehlike C.tesi Şub. 07, 2009 4:34 pm | |
| Çocuk Terbiyesinde Denge Fethullah Gülen 07.01.2008 Bazıları, "Ben çocuklarımla arkadaş gibiyimdir!" diyor; onlara karşı oldukça rahat davranıyorlar. Doğru buldukları bu anlayışı, Peygamber Efendimiz'in hutbede ve namazda dahi torunlarıyla ilgilenmesini, onları kucağına almasını ve omuzunda taşımasını delil göstererek destekliyorlar. Bu zaviyeden, valideynin çocuğa karşı hal ve hareketlerinde denge nasıl olmalıdır?
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, başta Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin olmak üzere torunlarına ve diğer çocuklara karşı her zaman çok şefkatli davranmış; onları zaman zaman alınlarından ve yanaklarından öpüp sevmiştir. Onlara karşı muhabbetini ifade eden medh ü senalarda ve haklarında dualarda bulunmuştur. Bazen mübarek torunlarından birini bir omuzuna diğerini de öbür omuzuna alıp gezdirmiş; hutbe verdiği esnada mescide giren torununun tökezlediğini görünce hemen sözlerini kesip onun yanına gitmiş, onu kucaklayarak minberin üzerine oturtmuş ve hutbesine o şekilde devam etmiştir.
Omuzlarda Gezen Torunlar
Hazreti Berâ (radıyallahu anh) şahit olduğu bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir: "Rasûlullah'ın (aleyhissalâtu vesselâm) Hazreti Hasan'ı omuzunda taşıdığını ve ‘Allahım, ben bunu seviyorum, onu Sen de sev!' dediğini gördüm."
Abdullah İbnu Şeddâd hazretleri de babasından dinlediği benzer bir vakıayı anlatmaktadır: İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (aleyhi ekmelüttehâyâ) Hasan veya Hüseyin efendilerimizden birini kucağında taşıdığını, mescide girip namaz kıldırmak üzere öne geçtikten sonra çocuğu yere bıraktığını, sonra tekbir getirip namaza durduğunu; namaz esnasında uzunca secde yaptığını ve namaz bitince cemaatten birinin "Ey Allah'ın Rasûlü! Namaz sırasında secdeyi öyle uzun tuttunuz ki, bir hâdise meydana geldiğini veya sana vahiy indiğini zannettik!" demesi üzerine, "Hayır! Bunlardan hiçbiri olmadı; torunum sırtıma bindi. Acele etmeyi ve hevesi geçmeden onu sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım; (kendisi ininceye kadar bekledim.)" cevabını verdiğini rivayet etmektedir.
Evet, Şefkat Peygamberi bütün insanlara ve özellikle de çocuklara karşı çok müşfik idi; bununla beraber, O'nun iki aziz torunu Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin'e karşı hususî bir muhabbeti söz konusuydu. Şu kadar var ki, Rehber-i Ekmel'in bu sevgi ve alâkası, sadece kan bağının ve nesebî duyguların bir neticesi değildi; Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sevgisi bir yönüyle O'nun risâlet vazifesinin bir gereğiydi. Nur Müellifi'nin ifadesiyle, gayb-âşina kalbiyle dünyadan meydan-ı Haşri temâşâya duran, yerden Cennet'i gören, zeminden gökteki melekleri müşahede eden, hatta Zat-ı Zülcelâl'in rü'yetine mazhar olan ve zaman-ı Âdemden beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı bilen Zat-ı Ahmediyye (aleyhissalatü vesselam) nuranî nazarı ile elbette Hazreti Hasan ve Hüseyin'in soyundan gelecek kutupları, imamları ve mürşidleri de görmüş ve onların umumu namına o ikisinin başlarını öpmüştü. Dolayısıyla, Hazreti Hasan'ın (radıyallahu anh) başını öpmesinde Şâh-ı Geylânî'nin de büyük bir hissesi vardı.
Diğer taraftan, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, kız torunu Ümâme'ye karşı da çok şefkatli davranmış; onu da mübarek sırtına almış, kucağında taşımış ve yanaklarından öpüp sevmişti. Ebû Katâde'nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiğine göre; Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kızı Zeyneb'in kerîmesi olan torunu Ümâme'yi omuzunda taşıdığı halde halka namaz kıldırmış; secdeye varınca çocuğu yana bırakmış, kıyâm için doğrulunca onu tekrar omuzuna kaldırmıştı. Kız çocuklarının hakir görüldüğü bir zaman diliminde ve onların horlandığı bir toplum içerisinde, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) kız torununu omuzunda taşıması ve hususiyle mescidde namaz kıldırırken onu sırtına alması çok derin manalar ihtiva etmekteydi ve büyük ehemmiyeti hâizdi. Şefkat ve Ciddiyetin Cem'i
Sâlisen; aile içinde sevgi asıldır; evde hep inşirah vesilesi bir insan olmak, hane fertlerine karşı her zaman mülayim davranmak ve onları rahatlatmak esastır. Ferîd-i Kevn ü Zaman (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz de hususiyle hane-i saadetlerinde ve ailesinin güzîde fertleri arasında her zaman mütebessim, müşfik ve merhametliydi. Ne var ki, misyonu ve donanımı itibarıyla, O aynı zamanda bir ciddiyet âbidesi ve bir vakar insanıydı. Ashab-ı Kiram, derlenip toparlanmadan ve Nebevî huzura yakışır bir vaziyet almadan O'nun mübarek yüzüne bakmaya cesaret edemezlerdi. Hazreti Ali ve Hazreti Fatıma da böyleydi. Onlardaki hürmet ifadelerine sürekli şahit olan Hasan ve Hüseyin efendilerimiz de zamanla aynı ruh haletine bürünmüşlerdi; artık Allah Rasûlü'nün atmosferindeyken onları da tatlı bir mehabet hissi sarıverirdi. Bu itibarla da, Şefkat Peygamberi ne kadar yumuşak davranırsa davransın, ne denli merhamet tavrı ortaya koyarsa koysun, O'nun muhatapları asla laubalîliğe giremezdi. Evet, Efendiler Efendisi'nin sevgi ve şefkati, kat'iyen karşısındaki insanların ciddiyeti ihlal etmelerine sebebiyet vermezdi.
Aslında, sevgiyi ve ciddiyeti cem' etme konusu, pedagojik açıdan öğretmenler için de çok önemli bir mevzudur. Öğrencilerin hissiyatlarını gözetme, onların dertlerini dinleme, başlarını sıvazlama, ellerinden tutma ve ihtiyaçlarını giderme mutlaka ehemmiyetli bir meseledir; fakat, onlar karşısında ciddiyeti koruma da yine pek mühim bir husustur. Şayet bir muallim, yerli yersiz talebeleriyle futbol oynamaya kalkarsa ve onlara tekme savurursa, çok geçmeden onlar da ona tekme atarlar. Zamanlı zamansız öğrencileriyle güreş tutarsa, bir süre sonra onlar da ona kafa tutmaya başlarlar. İster anne-baba, isterse de muallim, çocuğunu ya da talebesini mutlaka bağrına basmalıdır; her zaman onun halini hatrını sormalı, dertlerine ortak olmalı, gerekirse harçlık vermeli, hatta onun için canını feda etmeyi dahi göze alabileceğini göstermeli ve sevgisini ortaya koymak için her vesileyi değerlendirmelidir; ama onun karşısındaki konumunu ve ciddiyetini de hep korumalıdır. Aksi halde, kontrolsüz sevgi ve alâkanın çocuğu şımartıp küstahlaştırması kaçınılmaz olacaktır.
Sözün özü; İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât), torunlarının henüz çok küçük oldukları bir dönemde, birkaç kere onları birer ikişer omuzlarına almış, öpmüş, sevmiş ve onlara dualar etmiştir. Bu vesileyle, hem şefkat ve merhametinin gereğini ortaya koymuş, hem hâdiseye şahit olan Sahabe efendilerimize bazı dinî kaideleri öğretmiş, hem ileride meydana gelecek meş'um olaylardan önce muhterem torunlarının kadr ü kıymetini ehl-i vicdana göstermiş, hem -Ümame misalinde olduğu üzere- kız çocuklarının da sevgiye layık olduklarını belirtme misillü bir maslahatı gerçekleştirmiş ve hem de böylece Hazreti Fatıma soyundan gelecek olan kutuplara, imamlara, mürşidlere iltifat etmiştir. Fakat, daha bilemediğimiz onlarca hikmeti gözeterek, torunlarını omuzuna aldığı zamanlarda bile, Allah Rasûlü, daimî duruşunu, her zamanki tavrını ve sürekli ciddiyetini korumuştur.
Zira O, göklerle irtibat halinde bir insandı; O'nun bir sıradanlığı hiç olmamıştı. O, torunlarını sevme de dahil, her işi iradesiyle yapıyor, şefkatini izhar etmeyi bile vazifesinin bir gereği sayıyordu; dolayısıyla, O'nda kendini salma hiçbir zaman söz konusu olmuyordu. Rehber-i Ekmel Efendimiz'in bu tavrı, ümmeti için de şu manaya geliyordu:
Çocuklarınıza her zaman sevgi, şefkat ve mülayemetle muamele edin!.. Belli yaşlarda, bazı hususî zamanlarda, bir kısım maslahatlar için onları omuzlarınızda dolaştırdığınız, sırtınızda gezdirdiğiniz ve adeta başınıza taç yaptığınız da olsun; fakat, bilhassa sözden anlamaya başladıkları andan itibaren, ciddiyeti ve dengeyi gözetmeyi de hiç ihmal etmeyin. Onların terbiyeleri ve güzel yetişmeleri adına nerede ve nasıl davranmanız gerektiğini iyi belirleyin!..
Mahcubiyet Televvünlü Sevgi
Soru: Ecdadımızda kendi çocuklarını severken hafif bir mahcubiyet duygusu göze çarpıyor; bu, makbul bir tavır mıdır, gelenekten mi yoksa dinden mi kaynaklanmaktadır?
Eskiden özellikle bazı bölgelerde çoğu zaman anne, bazen de baba kendi akrabalarının arasındayken çocuklarıyla alâkadar olmazdı. Hususiyle anneler kayınpeder, kayınvalide ve kayınbiraderlerin yanında çocuklarını kucaklarına alamazlardı; bu çok ayıp sayılır, bir günah addedilirdi. Bugün de bazı yörelerde hâlâ aynı âdet devam etmektedir. Aslında, bu türlü uygulamalar, gelenekten gelen bir kısım yanlışlıklardır. Şüphesiz, insanda bir hicab hissinin olması gayet tabiidir; insan utanabilir ya da yetiştiği kültür ortamından dolayı rahat davranışlardan rahatsızlık duyabilir. Mesela; kendi çocuğunu başkalarının yanındayken kaçamak seviyormuş gibi bir tavır takınabilir; fakat, kayınpederi orada hazır bulunduğundan dolayı, bir annenin ağlayan ve çırpınıp duran yavrusunu kucağına almaması gibi âdetleri biraz fazla ve yanlış buluyorum.
Daha önce de ima ettiğim gibi; insan, ciddiyet ve vakarını muhafaza etmek kaydıyla, çocuğunu sevebilir, bağrına basabilir ve alnından öpebilir. Önemli olan, işi laubalîliğe götürmemek; çocuğu şımartmamak, küstahlaştırmamak ve onun sonu gelmez isteklere açılmasına meydan vermemektir. İster yalnızken isterse de başkalarının yanında, ölçülü bir şekilde çocuğu sevmek edebe aykırı olmadığı gibi, cahilce bir tavırla değil de hikmetli bir davranışla onu kontrol etmek ve muhabbet izhar ederken bazı sınırları gözetmek de sevgiye münafi değildir.
Maalesef, gelenekten kaynaklanan bazı katı âdetlerin yerini, günümüzde bilhassa Batı kültüründen akıp gelen yırtıklıklar almıştır. Bir kısım katılıklara maruz kalarak büyüyen nesiller, başka kültürlerle tanışınca, bu defa da bazı disiplinlere bağlı olmaktan kurtulma, bir kopma ve bir yırtılma dönemine adım atmışlardır. Heyhat ki, bugünün çocuklarında ve gençlerinde de çok ciddi bir yırtıklık göze çarpmaktadır. Öyle fevkalâde bir yırtıklık ki, çocuklar, anne-babalarının veya diğer aile büyüklerinin karşısına oturup saygısızca konuşabilmekte, değişik şeylerin pazarlığını yapabilmekte ve istediklerini öyle ya da böyle koparabilmektedirler. Evet, ne acıdır ki, gereksiz bir saygı ve faydasız bir terbiye anlayışının yerini, bu defa fevkalâde bir yırtıklık istila etmiştir; bu mevzuda da ifratlar tefritleri netice vermiştir.
İnsanın, "Keşke, bu mesele İslam'ın vazettiği denge çerçevesinde götürülseydi!.." diyesi geliyor. Ne var ki, çoklarının böyle bir derdi bulunmuyor.. "Acaba bu mevzuda İslam ne diyor?" sorusuna cevap arayan bir avuç insan var ya da yok. Çocuklarımızı yetiştirme mevzuunda irşad ekseni diyebileceğimiz bir çizgimiz mevcut değil. Yeni nesilleri nasıl yetiştirmemiz ve onlara nasıl davranmamız gerektiğini ortaya koyacak çalışmaları hakkıyla yapmamışız. Dolayısıyla, geleceğimiz saydığımız çocuklarımızı sadece geleneğe emanet etmişiz; daha sonra da gelenekteki yanlışlıkları düzeltebilme sevdasıyla yüzümüzü Batı'ya çevirmişiz. Neticede, vatan evladını geçmişten tevarüs ettiğimiz her şeye tavır alırcasına ve özümüze ait bütün değerleri inkar edercesine bir serazadlık ve bir çakırkeyflik duygusuyla başbaşa bırakmışız. Onların laubali ve söz dinlemez hale gelmelerine göz yummuşuz. Şimdi, çocuklar küçükken başka, büyüdükleri zaman daha başka şeyleri dayatıyorlar. Öyle ki, anne-baba belli bir yaştan sonra çocuğunun sigarasına, uyuşturucu kullanmasına, akşamları eve geç gelmesine ve hatta geceleri sokakta geçirmesine dahi karışamıyor; oğluna veya kızına bir cümle söylese on katıyla karşılığını alıyor. Nesillerin gönlünden artık haya sıyrılıp gitmiş gibi.. gelenekle tevarüs ettiğimiz iffet perdesi de bugün paramparça olmuş vaziyette.. ve her yanda yüzsüzlük hâkim...
Evet, keşke kendi çocuklarını severken dahi hafif bir mahcubiyet duygusuna kapılan ecdadın torunları o mahcubiyeti ve sevgiyi İslam'ın bu konudaki prensipleriyle dengeleselerdi.. dengelese ve daha rahat olma sevdasıyla sonunda yırtıklığa düşmeselerdi. Yitiğimiz Kendi Kaynaklarımızda
Soru: Günümüzde aileler daha çok çocuk merkezli bir yapıya bürünüyor, yuva çocuğa göre şekilleniyor; neredeyse, çocuğun bir dediği iki edilmiyor. Bu hususu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kanaatimce, bir aile disiplinimiz ve yuvaya dair bazı kurallarımız olmalıdır. Bunlar, çocukların yaşlarına ve hallerine göre belli bir üslup çerçevesinde uygulanmalıdır. Mesela; belli bir yaşa gelinceye kadar çocuğun şuuraltı, temsil ile beslenmeli; anne-baba fazilet adına ne varsa, onları halleriyle ortaya koyup yavrularına göstermelidir. Sonraki senelerde, yine yaşa uygun tebliğ ve irşadda bulunulmalı; mükafât ve mücazât esasları değerlendirilmeli, yerinde tatlı ve yumuşak te'diplere de başvurulmalıdır; kırıcı olmayan itaplarla "Öyle değil şöyle yap!" gibi ikazlar yapılmalıdır. Günü geldiği zaman bir kısım meselelerde daha ağır tehditler de kullanılabilir; "Allah'a hesap vereceksin!" denilebilir. Daha ileri yaşlarda ise, Cenâb-ı Hakk'ın azabından da bahsedilebilir. Evet, çocuğun beslenmesi hususunda, süt emzirmekten mama yedirmeye ve sonra da zamanla katı yiyecekler vermeye kadar bir usul ve üslup takip edildiği gibi, onun manevî gıdasını alabilmesi ve güzel yetişebilmesi için de benzer bir metod izlenmeli ve her yaşa uygun bir kısım kaidelere riayet edilmelidir. Ne var ki, her şeyden önce Kitap ve Sünnet bizim pedagoglarımız, psikologlarımız ve muallimlerimiz tarafından sağılmalı ve onlardan süzülebilecek manalar sayesinde terbiye kurallarımız belirlenip bazı rehber kitaplar yazılmalıdır. Belki piyasada çocuk eğitimine dair pek çok çalışma vardır; fakat, öz değerlerimize bağlı bir eğitim sistemi henüz ortaya konulamamıştır. Maalesef, nesillerin terbiyesi hâlâ geleneklere bağlı vicahî kültüre emanettir ve bu konuda herkes kendi bildiği ile hareket etmektedir. İşin daha da vahim yanı; günümüzde bizim saydığımız terbiye sistemi de Batılıların anlayışına göre düzenlenmiştir. Bugün, ekser eğitimciler, fantezilerin ve lükslerin akıntısına kendilerini salmış vaziyettedirler. Çokları birer Jean-Jacques Rousseau hayranı kesilmişlerdir ve Emile peşinde sürüklenmektedirler. Oysa, bugün bizim kendi temel kaynaklarımıza yönelerek, onları zamanın idrakine göre sistemleştirmemiz ve herkesin istifadesine sunmamız icap etmektedir. Bataklıklarda gül arayacağımıza, öz değerlerimize müracaat ederek, kendi gülşenlerimize âb-ı hayat akıtmamız ve oralarda çeşit çeşit güller yetiştirmemiz gerekmektedir. | |
| | | | Kur'an Talebesi ve İki Tehlike | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
|
|
|