Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur eserleriyle başladığı imanı kurtarmak ve tahkikî yapmak yani imanda tecdid faaliyeti, Nurculuk cereyanı namıyla intişar etmiştir.Siyasî ve dünyevî cemiyetçilikten uzak ve aynı eser­leri oku­maktan doğan manevî alâkadarlık ile gö­nüllerde kurulan Nur ir­fan müessesesi olan Nurculuk cereyanı mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara “Risale-i Nur Talebesi”, kısaltılmış şekli ile “Nur Talebesi” veya “Nurcu” denilmektedir.
Diğer bir tarif ile Nurculuk:
Zamanımızda çok umumî ve tahribkâr hale gelen maddeci ve inkârcı cereyanların ifsadatının neticesi dinî düşünce ve yaşayışın tehdid altına girmesiyle bu­na­lan in­sanlığa İslâmın hidayet yolunu göstermek ve as­rın ihtiya­cına tam cevab vermek üzere bir Kur’an tef­siri olan Risale-i Nur Külliyatını okumak, an­lamak ve ihtiyaç du­yanlara bildirmekle dine getiril­mek istenen şübheleri izale etmek, tak­lidî imandan tahkikî imana yükselmek, böylece şu­urlu olarak İslâmiyeti aslına ve ruhuna uygun yaşa­mak cehdidir. Hem cemiyet, teşkilat gibi unsurlardan mücer­red, din ve hakaik-ı imaniyeyi muhafaza nokta­sında tecdid vazifesi ve hizmetidir.
Bu manevî cihad ve hizmet hareketi, rıza-yı İlahî da­iresinde ve yalnız Kur’an ve iman hakikatlarına isti­nad ederek, maddiyyun­luk ve âhirzaman fitnesinden zarar gören insanlık âlemine İslâmın hidayet ışığını ulaştırmak­tır.
Nitekim bu hareket âlem-i İslâma, hattâ dünyanın her tara­fına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.
Risale-i Nur ve Nurculuk isimlerinin veri­lişindeki hikmetlerin birisi şudur:
Karanlığın varlıkları örtüp göstermediğine karşı, maddî nur karanlığı yok ederek varlıkların görünüp bi­linmesine sebeb olduğu gibi küfür ve inkâr manevî ka­ran­lıkları da iman ve Kur’an haki­katlarını ins ve cin­nin naza­rında örter, göstermez.
Kur’an ve imanın manevî nuru ise, o manevî kü­für karanlık­larını yok edip Kur’an ve iman hakikatla­rını gös­terir. İşte Risale-i Nur, Kur’anın ve ima­nın manevî nu­runu açıklayıp küf­rün manevî karanlıklarını yokettiği cihetiyle, Risale-i Nur eserlerine dayanan Nurculuk ce­reyanına bu isim uygun düşmüştür.
Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sa­yılı yazı­sına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu’nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında:
“Nurculuk: Bir tarikat veya bir mezhep ol­mayıp, Said-i Nursî adındaki zatın, son zaman­larda yayılma is­tidadı gösteren dinsizlik cere­yanına karşı, Kur’an-ı Kerim âyetlerini ele ala­rak, Risale-i Nur namıyla yaz­dığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eser­ler, imanı fikir­lerle birleştirmeye çalışmaktadır.” şeklinde beyan edil­miştir.
Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeye hizmet cereyanı olan Nurculuğun, hassasiyetle üzerinde durduğu hiz­met düsturları vardır. Ancak bu düsturları daha isabetli an­la­yabilmek için Risale-i Nur’da yer yer temas edilen dar ve geniş daireyi nazara almak gerekiyor. Zira Risale-i Nur Külliyatında bazı ifade ve be­yan­lara, ma­kamına göre bakılmazsa hakikat ilti­basa uğ­rar, yanlış te’villere sebe­biyet verilir.
Meselâ: Risale-i Nur’dan Mektubat adlı eserde Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmının Beşinci İşaretinde: Âl-i Beyt’ten olan Büyük Mehdi’nin hâ­kimi­yeti ve Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Mes’elesinin sonunda:
Büyük Mehdi’ye bağlı olan Âl-i Beyt’in, şeriat-ı Muhammediyeyi ihya ve icra edecekleri yani siyasî hâ­kimiyet sahibi ola­cakları kayde­dilir.
Bu beyanlara karşı Ondokuzuncu Mektub’un “Beşinci Nükteli İşaret”inde, saltanat ve si­yaset-i İslâmiyet hâkimiyetinin Âl-i Beyt’e ya­ramadığı ve asıl vazife-i diniyelerini unutturduğu yani si­yasî hâkimiyete girmemeleri gerektiği beyan ediliyor.
Bu iki beyan arasında zâhirî bir münafat görünü­yor. Fakat hakikatta ve makamlarına göre bakılınca münafat yoktur. Çünki bu son beyan hakikatta en ehem­miyetli ve en büyük olan hizmet-i imaniye ve hi­dayet yo­lunun mü­messili olan müceddidlere ve mür­şidlere, bil­hassa Mehdi’nin haslar cemaatına ba­kar ki, buna “dar daire” tabir edilir.
Diğer ifade ise, geniş ve hâkimiyet dairesine nazar eder. Bu geniş dairenin hâkimiyet ve icraatı dahi, dar dairenin yani imanî sa­hadaki tecdidiyetten alınan ikaz, irşad ve düs­turlara da­yanacağı ve onun proğramını tatbik edeceği cihetle de bu maddî hâkimiyet dahi asıl Mehdi’nin hâkimiyeti manasında olur. Çünki bir hükmü icra eden, memur hükmü vaz’ eden ise âmir du­rumundadır.
Bediüzzaman, Kur’anın i’caz-ı manevîsinden te­reş­şuh eden Risale-i Nur’u, mükemmel ve daimî bir merci ve müced­did göstermiştir.
Esasen ittihad-ı İslâm kuvvetine dayanan, hattâ ha­kiki İsevilerle de ittifak edecek olan Mehdiyet cere­yanı, “iman”, “hayat” ve “şeriat” tabir edilen ve her üçünün de istinad ettiği heyeti bulunan üç vazifeyi hâmildir.
Fakat birinci vazife en ehem­miyetlisi ve keyfiyet şartları içinde hakaik-i Kur’aniyenin muhafızı ve irşad âleminde nezza­re­dir ve Mehdiyetin asliyetine istinad eder. İkinci ve üçüncü vazifeler ise geniş daire olup, icraat ve hâkimi­yeti haizdir.
Risale-i Nur her daireye dersini ve düsturlarını vermiştir.
Meselâ, Hutbe-i Şamiye Risalesi ve bir kı­sım içti­maî hayatla alâkalı mektupların bi­rinci derecede muha­tab­ları, geniş dairenin si­yaset ehlidir. Yirmibirinci Lem’a olan İhlas Risalesi’nin ise birinci derecede muhatabları Risale-i Nur’un haslar dairesidir. Haslar dairesinde hizmet düs­turlarına a’za­miyet derecesinde riayet edilmesi isteni­yor.
Bediüzzaman eserlerinin çok yerlerinde dar ve ge­niş daireden bahseder demiştik. Meselâ, Risale-i Nur’un mü­teferrik yerlerinde izah edilen üç vazife ki, “iman - hayat - şeriat” diye tarif edilip, birincisi olan iman hizmetinde bil­fiil hizmet edenlerin hizmet sa­ha­sına “dar daire” veya “haslar dairesi” tabir edilir ve bu daire ehlinin, iman hiz­metinin dışındaki meşgale­lerden azade kalma­ları istenir.
Haslar dairesi hakkında Risale-i Nur eserlerinden birkaç ör­nek verelim:
«Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı ma­ne­v­îyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı ma­nev­îsi “ferid” makamına mazhar oldukları..» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)
Hem «Risale-i Nur, bir daire değil, mütedâhil daire­ler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahibler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakat­ları var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)
Hem «Her mes’elemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir.» (Emirdağ Lâhikası-lsh: 223)
«Şimdi namazda bir hatıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet bekliyor­lar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil et­tin, erkân­la­rın meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de uh­revî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işle­rinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o halis, muhlis hasla­rın şahs-ı manevîleri senden çok mü­kemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yapar­lar.» (Şualar sh: 492)
«Madem Hacı Kılınç Ali birbuçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş na­zarımızda yirmi sene­lik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün manevî kazanç­larıma, defter-i a’maline geçmek için hisse­dar ediyo­rum. Öyle ise, o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.» (Emirdağ L.II sh: 26)
«Azamî ihlası kırmamak için Risale-i Nur has ta­lebe­lerine, hususan nafakasını tedarik edemiyenleri tam ta­mına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satı­lan nüs­halarının beşten bi­risi Risale-i Nur’un hakkı olduğu ci­hetle şimdi elli-alt­mış talebele­rine kâfi sermayesi çıkı­yor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 232)
«Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve va­ris­leri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kar­deşlerime bugünlerde vuku’ bulan bir hâdise münase­betiyle beyan ediyorum ki:
Risale-i Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor… Siz dahi, Risale-i Nur’a ka­naat etmeniz lâzımdır, belki bu za­manda elzemdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 76)
«Risale-i Nur’un has talebeleri, baki elmaslar hük­münde olan hakaik-ı imaniyenin vazifesi içinde iken zâ­limlerin sat­ranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiye­lerine fütur vermemek ve fikir­le­rini onlar ile bulaştırma­mak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 118)
«Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taar­ruz­dan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebe­leri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, me’­muriyet gibi bir meşgale bulu­yorlar veya terfian işi çok diğer bir me’­muriyete veya diğer bir meş­galeyi bu­luyor­lar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taar­ruz, bir cihette daha za­rarlı görünüyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 147)
«Ehl-i dalalet, Risale-i Nur’un intişarına sed çekmek için, has talebelerin ve ciddi çalışanların şevk­lerini kırmak ve on­lara fütur vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumî bir plân dâ­hilinde taarruz edi­liyor. Halislere fütur vere­mediklerinden, başka meşga­leler bulmakla çalışmalarına zarar veriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 197)
Bediüzzaman «Bundan otuz kırk sene evvel di­yordu: Bir Nur gelecek, bir nuranî âlemi göreceğiz deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edil­miş… Evet Eski Said’in bir nur âlemi gö­receğiz demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 215)
«İşte Nur’un zâhiren, kemmiyeten dar cihe­tine bakmı­yarak, hakikat cihetinde keyfiyeten ge­niş ve fevka­lâde menfaatını hissetmesi suretiyle hem de siyaset naza­rıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade et­miş.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)
«Halbuki o Nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdleri­nin dairesini umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.» (Şualar sh: 539)
«Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çok­tur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insa­nın kalb ve mide dairesin­den ve cesed ve hane daire­sinden, ma­halle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket da­iresin­den ve küre-i arz ve nev’-i beşer da­ire­sinden tut, ta ziha­yat ve dünya dairesine kadar, bir­biri içinde daire­ler var.
Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bu­lu­nabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmi­yetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en kü­çük ve muvakkat arasıra vazife bu­lunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mü­tenasib- va­zifeler bulunabilir.
Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihe­tiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hiz­meti bıraktırıp, lü­zumsuz malayani ve âfakî iş­lerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıy­metsiz şeylerde öldü­rür.» (Şualar sh: 202)
«Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç hâfız ile mutaf Hâfız Mahmud Efendi’ye selâm, hem dua edi­yo­rum. Sebat etsin­ler onları kardeş dairesine dâhil etmi­şim, talebe daire­sine girmeye çalış­sınlar.» (Barla Lâhikası sh: 341)
Dost kardeş ve talebeliğin hususiyetleri:
«Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddi taraf­dar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben ta­rafdar olmasın, kendine de isti­fadeye çalışsın.
Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz na­ma­zını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mü­him va­zife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.» (Mektubat sh: 344)
Birkaç nümunelerini naklettiğimiz bu parçalarda, dar ve haslar dairesi sa­rahatla görülüyor.