NUR DERSi - NUR DERSLERi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

NUR DERSi - NUR DERSLERi


 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
EN SON PAYLAŞILAN KONULAR
Konu Yazan GöndermeTarihi
Ptsi Mart 16, 2009 11:19 am
Ptsi Mart 16, 2009 11:19 am
Paz Mart 15, 2009 2:38 pm
Cuma Mart 13, 2009 1:54 pm
Cuma Mart 13, 2009 1:52 pm
Cuma Mart 13, 2009 1:50 pm
Perş. Mart 12, 2009 7:30 pm
Perş. Mart 12, 2009 11:55 am
Perş. Mart 12, 2009 11:53 am
Perş. Mart 12, 2009 10:53 am
Salı Mart 10, 2009 11:46 am
Paz Mart 08, 2009 10:41 pm
C.tesi Mart 07, 2009 4:18 pm
Perş. Mart 05, 2009 1:29 pm
Perş. Mart 05, 2009 1:21 pm
Perş. Mart 05, 2009 11:12 am
Perş. Mart 05, 2009 12:34 am
Perş. Mart 05, 2009 12:32 am
Perş. Mart 05, 2009 12:32 am
Perş. Mart 05, 2009 12:31 am
Perş. Mart 05, 2009 12:31 am
Perş. Mart 05, 2009 12:28 am
Perş. Mart 05, 2009 12:28 am
Perş. Mart 05, 2009 12:27 am
Perş. Mart 05, 2009 12:27 am

 

 HOCAEFENDİ HAKKINDA sarf-ı kelâm etmenin zorluğundan söz etmiştik geçen yazıda…

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Beyza
Ehl-i Hizmet
Ehl-i Hizmet
Beyza


Mesaj Sayısı : 47
Kayıt tarihi : 02/02/09

HOCAEFENDİ HAKKINDA sarf-ı kelâm etmenin zorluğundan söz etmiştik geçen yazıda… Empty
MesajKonu: HOCAEFENDİ HAKKINDA sarf-ı kelâm etmenin zorluğundan söz etmiştik geçen yazıda…   HOCAEFENDİ HAKKINDA sarf-ı kelâm etmenin zorluğundan söz etmiştik geçen yazıda… Icon_minitimePtsi Şub. 02, 2009 11:35 am

Fethullah Gülen Hocaefendi’yi konuşmak- 2
Murat Türker





HOCAEFENDİ HAKKINDA sarf-ı kelâm etmenin zorluğundan söz etmiştik geçen yazıda…


Ve bu satırların yazarının, Hocaefendi ve sevenlerine bakış bağlamında önyargıya dayalı bir tutum içerisinde olmadığından, olamayacağından dem vurmuştuk…


İşbu nedenle, niyetini sorgulayan tüm değerlendirmeler insaf sınırlarını zorlamakla mâlül olacaktır.


Yine bu satırların yazarı, şahsını seviyor olsa da, üzerinde ‘gölgesini’ hissediyor olsa da, Hocaefendi’nin içtimâî hayata müteallik son zamanlardaki bazı ‘çıkışlarını’ ihtiyatla karşılamaktadır ve bu kadarcık bir tevakkuf edişe hakkı olduğunu düşünmektedir.


Niyetim bu yazı dizisinin devamında ayrıntılı ele almak ama geçen yazıda da icmâlen bahsetmiştim: Hocaefendi’nin yıllar önce câmi kürsüsünden merak edilen sorulara verdiği cevapları dinlediğinizde, bazı konularda, bugünkü genel tavrıyla örtüşmeyen, daha ‘radikal’ bir yordamı benimsediğine tanıklık ediyorsunuz.


Hocaefendi’ye gönül vermiş kardeşlerimizden bu son cümleyi okuyup da bana kızacak olanlara peşinen söyleyeyim; amacım bir spekülasyona vücut vermek değil…


Sadece anlamlandırmam gerektiğini düşündüğüm bir meseleyi tahlil etme uğraşındayım.


Bayanların okuması meselesi, bir örnek teşkil ediyor bu bağlamda…


Teferruatına sonra girmeyi tasarladığım için şu kadarını söyleyeyim: Bayanların okumasının tamamen Batı eksenli bir modern durumun tesiriyle gündemimize girdiğini, Batı hayranlığıyla ağzı açık olanların eliyle bu nevzuhur rüzgârın bu topraklarda da estirildiğini dile getiren Hocaefendi, “Efendimiz (s.a.v) kerîmelerinden hangisini okutmuştu? Yavuz’un veya sâir Osmanlı padişahlarının annelerinden tahsil yapan mı vardı?” keskinliğinde yaklaşıyor meseleye o zamanlar…


“Bugün Hocaefendi, düşünsel anlamda öncekine paralel bir durumu mu benimsiyor?” ve “Benimsemiyorsa neden?” türünden sorular, bence üzerinde durulmayı fazlasıyla hak ediyor; çünkü Hocaefendi, etki alanı câmi cemaatiyle sınırlı alelâde bir vâiz değildir.


“Bunu anlamayacak ne var? O zaman o devrin gerektirdiği hususiyetleri öne çıkarıyordu; bugün de çağını doğru okuyan bir âlim olarak muasırlarına sesleniyor” yaklaşımına demir atacaklara acele etmemelerini tavsiye ederim; çünkü Hocaefendi, mezkûr konuda o günkü görüşlerini seslendirirken, serdettiği düşüncelerin zamanın ilcaatıyla değişecek telakkiler olmadığının da altını çiziyor.


Evet bu fasla, daha sonra devam etmek üzere bir noktalı virgül koyup geçelim…


***


Son günlerde, Ahmet Kurucan tarafından gündeme getirilen ve Hocaefendi ile ‘has dairede’ yapılmış bir sohbete atıfla medyaya taşınan ‘kadınları dövme/me’ meselesi de, bu anlamda spesifik bir konu olarak değerlendirilmelidir.


Hürriyet’ten Ahmet Hakan, bir yazısında Ahmet Kurucan’dan ‘devrimci fıkıhçı’ olarak söz etmişti; bu yaklaşımı, taşıdığı ‘magazinel’ tını nedeniyle bir kenara bırakalım. Ancak Kurucan’ı dikkatle takip edenler, onun, fıkhı tekrar ‘elden geçirmek’ ve yeni bir fıkıh müdevvenâtı teşkil etmek türünden ‘çağdaş’ temâyüllere sahip olduğunu sanırım gözlemlemişlerdir.


Elbette Kurucan’ın bütün yaklaşımları Hocaefendi’yi bağlamaz ama sözünü ettiğimiz ‘dayak’ meselesinde durum biraz farklı gibi…


***


Ahmet Kurucan, önce bir yazıyla Hocaefendi’nin görüşlerini aktardı; akabinde, oluşan tepkilere cevap mâhiyetinde üç yeni yorumla Zaman okurlarının karşısına çıktı.


Hocaefendi bu dayak meselesinde, Kurucan’ın altını çizdiği şu üç hususa değinmiş:


1- “Koca dayağı yiyen kadınlar, eğer ortada çocukları olmasa boşansınlar derdim.”


2- “Kocanın karısını dövmesinin, ‘kuvvetli zayıfı her zaman ezer’ zâlim felsefesinden ne farkı var?”


3- “Hatta kocası tarafından dövülen kadınlar, judo, karate, tekvando kurslarına gitse… Kocası bir tokat vuruyorsa o da iki tokatla karşılık verse…Dövme haksız yere yapılan bir fiilî saldırıdır ve suçtur. Bu saldırıya karşı nefsi müdafaa meşrûdur. Hatta müdafaa etmeme ayrı bir suçtur denebilir.”


Ahmet Kurucan, bu görüşleri yeni bir fıkhî açılım olarak sunuyor ve kendi fıkıh okumalarında, koca dayağını kadın adına boşanma sebebi sayan bir değerlendirmeye rastlamadığını da ekliyordu.


Yazıya türlü tepkiler geldi; itiraz ve destek bâbından birçok yorum kaleme alındı.


Biz de, tane tane olması ve dağınıklığa mahal vermemesi açısından maddeler hâlinde kendi yaklaşımlarımızı sıralamaya gayret edeceğiz.


Bu maddeleme işi öbür yazıya kalacak gibi ama bu yazıya nihayet vermeden şunu ifade edelim: Ahmet Kurucan, O’ndan (s.a.v) sâdır olan iki beyâna ve fiiliyatta hanımlarına bir fiske bile vurmamış olmasına gönderme yaparak, aslında hanımların dövülmemesi yönünde Efendimiz’in (s.av) net tembihatı olduğunu savunuyor.


Tabi bu durumda da, Nisâ Sûresi 34. âyette ifadesini bulan ‘dövme ruhsatı’nın îzah edilmesi gerekiyor.


Kurucan, bu görünür tıkanıklığı da 17 Kasım 2008 tarihli yazısında şu yorumuyla aşmaya çalışıyor:


“İmdi; İslâm öncesi cahiliyye toplumunda, kocanın karısını dövmesi, erkeğin kadına şiddet uygulaması yoktu da, İslâm bunu yukarıdaki âyetle emretmiş değildir. Aksine, var olagelen şiddet uygulamasına sınır getirmiştir İslâm…


“(Efendimiz,) O günkü toplumda süregelen, uygulanan, yadırganmayan, kabullenilen bir âdeti çözümün bir parçası olma şartıyla kabullenip, kadınları dövmenin genelleştirilmemesini emrediyor. Bu emri ile zihinleri ideal olana yönlendiriyor. Mahallî kültürün yanlışlığına işarette bulunuyor. Ve bunu birden yasaklama yerine tedrîcilik prensibine muvâfakat içinde yapıyor. Mâlûm, sosyal ve kültürel değişmeler sabahtan akşama, bir tek emir ve yasakla olmaz. Yoksa toplumda ciddi kırılmalar meydana gelir ve maksadın aksi bir manzara ile karşılaşılır.


“…Burada şöyle bir soru akla gelebilir; kadını dövmeyi İslâm neden bütünüyle yasaklamamış? Yukarıda bir tek cümleyle sosyal ve kültürel değişimler sabahtan akşam olmaz diyerek buna cevap vermiştik. Açacak olursak; küçük-büyük insan topluluğunun yaşadığı her yerde hâkim olan örf ve âdetleri, gelenek ve görenekleri bütün bütün değiştirmek her şeyden önce çok zordur. İkincisi; sözü edilen âdetlerin yerleşmişliğine bağlı olarak değiştirme uzun zaman alır. Mesela bir insan ömrü içine sığmaz bazı âdetlerin kökünün kazınması. İşte bu türlü durumlarda müracaat edilecek yegâne geçerli metot tedrîciliktir. Efendimiz (sas) dönemine bu gözle baktığımızda, gerek ayetlerin nüzulü, gerekse Efendimiz'in (sas) onları tatbikatta göstermiş olduğu metot bunu bize açıkça göstermektedir. En basitinden, içkinin ve faizin haram kılınmasında tedrîci süreç başka hiçbir örneğe ihtiyaç bırakmayacak netlikte bunu bize isbatlamaktadır. Hakezâ kaldırılması hedeflenen kölelik için de aynı şeyler söylenebilir.”


Şimdi, lafı eğip bükmeye gerek yok; bu mantık, kelimenin tam anlamıyla ‘tehlikelidir’.


Bu tedrîcilik prensibini böyle her aklınıza esen yerde kullanırsanız, bu kapsama girmeyecek hiçbir hüküm kalmaz.


Doğrudur, içkinin yasaklanmasında belirtildiği şekliyle bir tedric süreci işlemiştir. Ama bir iki istisnada görülen bu durumu, siz, önünüze çıkan ve bu çağın insanına kabul ettirmekte zorlanacağınızı düşündüğünüz her hükme uygulamaya kalkarsanız, bunun sınırını çizemezsiniz.


“İçki meselesinde varsa, dayakta niye tedric olmasın ki?” sorusunun cevabı çok basittir ve bu cevap seslendirildiğinde, tedric prensibinin ne için ulu orta devreye sokulamayacağı da tebârüz eder.


Vahiy süreci Allah Resulü (s.a.v) hayattayken tamamlanmıştır. İçkinin haram oluşu her ne kadar aşamalı olarak tesbit edilmiş olsa bile, adı üstünde tesbit edilmiştir; yani son tahlilde içki haram kılınmıştır. Peki kadınların dövülmesi aslında vahyin son kertede tamamen yasaklamayı düşündüğü bir hâdise ise, yani Kur’an bunu direk yasaklamak yerine ‘devrin şartları’ çerçevesinde aşama aşama ortadan kaldırmayı hedeflemişse, neden vahiy süreci hitâma ermeden, tıpkı içkide olduğu gibi, dayak olayı da ‘tedrîcen’ tümüyle yasaklanmamıştır?


Yani vahyin tedrîciliğe müracaat ettiği durumlarda da, sürecin sonunda hüküm netleşmiştir. Elde böyle bir ‘nihâî hüküm’ olmadan, “Kur’an kadınları dövmeyi tümden yasaklayacaktı ama tedric gereği bunu yapmadı!” demeye getirmek, indî bir yorum ve bir ‘temenni’ olmaktan öte ne anlam ifade eder acaba?


Veya yarın birisi çıkıp, “Kur’an, birden fazla kadınla evliliği tümden yasaklayacaktı ama o devrin insanının buna hazır olmaması sebebiyle, yani tedrîcilik adına, insanları bundan direk men etmedi!” derse ne diyeceğiz?


Velhasıl, son kertede vahiy, belli şartlara bağlasa ve bir son çare olarak kodlasa da, dayağa ruhsat tanımıştır. Hepten yasaklamayı murâd etseydi Allah Tealâ, bunu tedrîcen de olsa o şekilde hükme bağlardı. Halbuki ‘nihâî hüküm’, ruhsatın devam ettiğini, yani serkeşlik yapan kadınların -daha suhûletle çözüme taşıyan tüm yollar denendiği halde sorun sürüyorsa- hafifçe dövülebileceğini açıkça ifade ediyor.


Bundan ötesi laf-ı güzaftır…


Nasipse bir sonraki yazıda devam edelim…

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
HOCAEFENDİ HAKKINDA sarf-ı kelâm etmenin zorluğundan söz etmiştik geçen yazıda…
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Üstad'ın Talebelerinin Fethullah Gülen Hocaefendi Hakkında Görüşleri
» Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında bir şeyler söylerken iki düşünmek zorundasınızdır.
» Fethullah Hocaefendi Hakkında Bilmemiz Gereken Bir Husus(Sungur Ağabeyden)
» Gafletle Geçen Yıllar
» AŞAĞIDA HOCAEFENDİ’YE cami kürsüsünde sorulmuş bir soruya verdiği cevabın yazıya dökülmüş hâline yer verilmiştir.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
NUR DERSi - NUR DERSLERi :: İSLAM TARİHİ -VİDEO- MUHTELİF MEVZULAR :: DÜNYADA NUR HİZMETLERİ-
Buraya geçin:  
lemalarnuru@hotmail.com
Powered by phpBB © phpBB Group
Copyright © 2007 By Admin & Administrator
©PhPBB
Bedava forum kurmaya hazir misin ? | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Cookies | Son tartışmalar