Fethullah Gülen Hocaefendi’yi konuşmak- 5
Murat Türker
BUNDAN ÖNCEKİ dört yazıyı, Ahmet Kurucan’ın Hocaefendi’ye izâfe ettiği ve kendisinin de birden fazla yazı yazarak benimsediğini belgelediği bir konuya, ‘dayak’ meselesine tahsis etmiştik.
Yazı dizisinin başlığı “Fethullah Gülen Hocaefendi’yi konuşmak” şeklinde idi fakat ilk dört yazının içeriği, genel anlamda bu satırların yazarının Ahmet Kurucan’a yönelik itirazlarına inhisar ettirilmiş bir görünüme sahipti.
Bunun iki temel sebebi vardı.
Birincisi, her ne kadar kadınların dövülmemesi bağlamında serdedilen düşünceler kaynak itibariyle Hocaefendi’ye ait olsa da, Kurucan’ın meseleyi savunduğu yekün, Hocaefendi’ye atfen kayda geçirdiği görüşlere nazaran hacim olarak çok daha fazlaydı. Dolayısıyla ilk dört yazı, bu minvaldeki itirazların derlendiği bir mâhiyet arz etti.
İkincisi, dizinin asıl amacı, Hocaefendi’nin bazı konulardaki temel yaklaşımlarında, dünden bugüne hissedilir oranda göze çarpan değişimdi ve biz bu değişimi, kadınların okuması konusu üzerinden anlamlandırmaya çalışacaktık.
O günlerde kamuoyuna yansıyan bu dayak meselesini de, bir girizgâh olarak üzerinde durmamız gereken bir husus olarak gördük.
Ancak tasarladığımızın aksine bu ‘girizgâh’ biraz uzadı ve dört yazılık bir yeküne tekabül etti.
Bu dört yazının hülâsasını yaparak, diğer konuya geçmeye gayret edeceğiz.
Kurucan’a yönelik dillendirdiğimiz eleştirilerin belli bir kısmının Hocaefendi’ye de râci olduğu izahtan vârestedir.
Ben bir mü’min olarak, dayak mevzuu ile ilgili bu son çıkışı –açık söylüyorum- yanlış buluyorum.
Ve kendisini seven bir kardeşi olarak, keşke Hocaefendi, böyle bir yaklaşım sergilemeseydi diyorum.
Hocaefendi’nin zühdüne, takvâsına, verâsına, hamiyetperverliğine, duyarlılığına sözüm yok.
Vesile olduğu önemli hizmetleri de görmezlikten gelmek kadirnâşinaslık olur.
Yalnız bir şey var…
Belki de önderliğini yaptığı açılımların –ki Hocaefendi mütevâzı bir şekilde bu önderlik nitelemesini de reddediyor- bu ölçüde geniş bir sahaya yayılmış olması ve ortaya konan bu birikimin mâruz kalması muhtemel tehlikeler, Hocaefendi’nin câmi kürsüsündeki üslûbu ile bugünkü yaklaşımları arasında belli farklılıkların doğmasına neden olmuştur.
Zaten takipçileri de, işbu hassasiyeti, ‘biz sırtımızda yumurta küfesi taşıyoruz’ terkibiyle müdafaa ediyorlar.
‘Yumurta küfesi taşıyor olmaları’ hâlihazırdaki ‘kucaklayıcı’ üslûbu yeterince izah ediyor ancak unutmayalım aramızda, sırtında yumurta küfesi taşımayanlar da var.
Ve belki onların varlığı önemlidir; çünkü sırtında küfe olmadığı için sağına soluna dönerek görüş alanını genişletme imkânı bulan bu mü’minler, binbir ihtimamla yüklendiği küfeyi menzil-i maksuda ulaştırmaya çalışan kardeşlerine bir pusula keyfiyetiyle yardımcı oluyorlardır.
Ben, kasetlerinin kahir ekseriyetini dinlemiş biri olarak, kimilerinde üst seviyede görülen eleştiriye tahammülsüzlük tavrını, Hocaefendi’nin benimsemeyeceğini biliyorum.
Ama bunu, kendisini Hocaefendi’ye bağlılık üzerinden tanımlayan kimilerine anlatmanıza imkân yok!
Yazının başlığı “Fethullah Gülen Hocaefendi’yi konuşmak”…
Yani bu topraklarda Hocaefendi’nin bazı yaklaşımlarına -mûtedil bir üslûpla da olsa- muhalefet şerhi düşmek, insanın karşısına çoğu kez bir kalbî yük olarak döner.
Hocaefendi ile, onun sevenleriyle bir alıp veremediğinizin olmaması önemli değildir bazıları için…
İyi niyetli anlama çabanıza ve bunu gayet usturuplu bir şekilde ifade etmenize dahi tahammül edemezler; olmadık hakaret ve ithamlarla karşı karşıya kalırsınız.
O yüzden zordur bu iklimde ‘Hocaefendi’yi konuşmak’…
Ama ben diyorum ki; bu adı konulmamış dokunulmazlık, fayda sağlamıyor Hocaefendi’ye ve onun vesile olduğu hizmetlere…
Bakın bu ülkede, bazı simge şahsiyetlere dönük bir konuşma sınırı vardır ve o sınırı aşmaya yeltenenler ciddî sorunlarla yüzleşirler.
Peki bu sun’î zırh, o şahısların topluluklar nezdindeki imajına nasıl bir tesir yapmıştır?
Neden eleştirdiğimiz şeyleri, özne değişince bizzat icrâ eder hâle geliyoruz?
Dedim ya; ben, Hocaefendi’nin on yıllar önce hayatı okuduğu nokta ile bugün hâdisâtı değerlendirdiği mevzi arasında bir takım farklılıklar görüyorum.
Ve hayatımın neredeyse onbeş yılını şekillendirmiş bir insan olan Hocaefendi’nin, bazı hususlardaki tasarruflarını sorgulama hakkına sahip olduğumu düşünüyorum.
Var mı aranızda “Buna hakkın yok!” diyebilecek ama bunu diliyle değil vicdanıyla söyleyebilecek bir mü’min!?
Hocaefendi’nin niyetinin hâlis olduğunu düşünüyorum ama hizmetlerde meydana gelen bu açılımın onu yeni bir duruş belirlemeye icbâr ettiğine inanıyorum.
Ve âcizâne bu yeni duruşundansa, Hocaefendi’nin daha içten, daha hesapsız ve bazı hassasiyetleri bu ölçüde yoğun gözetmediği duruşunu, konuşmalarını özlüyorum.
Ne dersiniz; bu kadarını olsun söylemeye hakkımız yok mu?
Dikkat ediyorum Hocaefendi, hizmetlerin bu ölçüde büyümeye yüz tuttuğu günden bu yana önceki radikal çıkışlarına benzemeyen yumuşak beyanlar serdediyor.
Zaman’ı okuyanlar, Ahmet Kurucan’ın durup durup yeni bir fıkıh müdevvenâtı teşkil etmenin gerekliliğinden söz ettiğine tanık oluyorlar. Elbette Hocaefendi, Kurucan’ın her çıkışını sahipleniyor diye bir şey yok ama bu kadın dayağı meselesi, çoğu noktada paralel düşündüklerini âşikâr kılıyor.
Fıkhı bu ölçüde oynak bir zemine oturtmak, iyi niyetle de olsa, ahkâmın her geçen gün zihinlerde ağırlığını daha hızlı yitirmesine neden oluyor.
Hocaefendi hulûs-u kalble, daha fazla insana ulaşılsın diye bir üslûb tâdilâtına gitmiş olabilir.
Gerçekten de bugün daha çok insana ulaşılmıştır ama ben, yer yer inanmadığımız şeyleri taktiksel olarak dillendirmeyi merkezî bir strateji unsuru hâline getirdiğimizi gözlemliyor ve bu kazanımların ne ölçüde sıhhatli olduğu sorusunu zihnimden atamıyorum.
Bir genelleme yapmak doğru değil ama, ulaştığımız insan sayısıyla, zaten ulaşılmış kitlede görülen dünyevîleşme aynı hızla artış gösteriyor gibime geliyor.
Şunu bir kez daha hatırlamakta fayda var:
Yaşadığımız çağ, dinî ahkâmın, uygulamalardan ve pratikten geçtik; zihinlerde bile hayâtiyetini kaybettiği talihsiz bir çağdır.
Modern ve postmodern literatürün dayatmaları karşısında ehl-i dinin kahir ekseriyeti temel imânî umdelerine bile kuşkuyla yaklaşıyor bugün…
Geçmişte İslâm toplumlarına canlılık bahşeden temel sabitelerimizin bile sorgulandığına şâhit oluyoruz…
Müslümanların kayda değer bir kısmı, çerçevesini birilerinin belirlediği bu yıkılası düzene eklemlenme telâşındalar…
Temel iddialarından vazgeçmiş, hayata müdâhil olmayan, o an cârî olanı normalleştiren bir din telakkisi gün geçtikçe zeminini sağlamlaştırıyor.
Farkında mıyız bilmiyorum ama bugün ümmetin gayr-ı müslimlere benzememe kararlılığında olma gibi bir gündemi bulunmuyor.
Garib değiliz artık… Çünkü tek dünyalılara ‘anormal’ gelen bir hal üzere değiliz…
Onlar gibi oturuyor, onlar gibi kalkıyor, onlar gibi eğleniyor, hayatı birçok noktada onlar gibi okuyoruz.
Uğrunda nice başların feda edildiği şeâire, ‘olsa da olur, olmasa da’ lakaytlığa yaklaşan onlarcası aramızda dolaşıyor.
Dünya ölçeğinde at oynatan fâsık güruhun itiraz etmediği bir din algısının taşıyıcılığını yaparak tebliğde muvaffak olunduğunu sananlarımız bir hayli fazlalaştı.
İtirazsız, iddiasız, zora talip olmayan bir müslüman profili ile yüz yüzeyiz.
İşte böyle bir vasatta, ben, Hocaefendi’nin dillendireceği köklü bir itiraza bu ümmetin çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Onun muvâfık değil, muhalif duruşunun öne çıktığı bir atmosfer düşlüyorum.
NOT: Bir sonraki yazıda konuya devam etme niyetindeyim.