Hem Bediüzzaman Hazretleri; geniş daire makamı nazarıyla, dar dairenin fütühatına bakmanın doğurduğu mahzuru şöyle beyan eder:
“Nurların fütûhatını kalben temaşa ederken, bazı hâs kardaşlarımın Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütûhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i ilâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sıf rıza-yı ilâhî noktasında bazı bîçarelerin Nur’larla imânlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, senâ ve şükür lâzımken, bir teşekki ve sıkıntı geldi… Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlâs-ı tâm ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: o fütûhatta binler hamd ve senâ ve teşekkür ve mânevî sürür ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamât-ı mâneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin, hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i nuriyedeki ihlâs-ı tâmme bırakmaya mecbur eder.” (Osmanlıca Teksir Baskı Tılsımlar Mecmuası’nın Zeyli, Maidet-ül Kur’an Başındaki Mektubdan)
El-Örf-ül Verdî Fi-Ahbar-il Mehdî Risalesi'ndeki bir hadîs de şöyledir:
لاَيَجِىءُ الْمَهْدِيُّ حَتَّى يَقُومُ السُّفْيَانِيُّ عَلَى اَعْوَادِهَا
Hadîsin meâli: "Süfyanî Deccal çıkmadığı müddetçe, Mehdî de gelmiyecektir." (Risale-i Nurun Kudsî Kaynakları: Hadis Sıra No: 811, Envar Neşriyat)
Bu hadisin hükmü ile Deccal gelmeden Mehdi gelmediğine göre hakiki Mehdinin gelmediğini söylemek Deccal’ın da gelmediğini iddia etmek manasına gelir. Bu ise muazzam bir ümmetin kanaatına ve Beşinci Şua’nın ihbaratına muhaliftir.
Hazret-i Bediüzzaman diyor ki: “Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür'et ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nâs hakikat-ı hâli bilmediklerinden, hârikulâde iktidar ve cesaret zannederler.” (Şualar s.595)
EN MÜHİM VAZİFE HANGİSİ ?
Evet Mehdilik meselesini çokça nazara verenler, Risale-i Nur’un tekrarlı ve açık ifadelerine ters düşen bir iddia ile adeta ikinci ve üçüncü vazifeleri Mehdiliğin esası olarak nazara verirler. Halbuki Risale-i Nur, birinci vazifeyi esas alır. Mesela:
“Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şâkirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telâkki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan bîçâre tercümanını zannettiklerinden, bâzan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i îtikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile te’vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lâzımdır” (Emirdağ Lahikası-I s.266)
Netice: Az bir kısım olarak naklettiğimiz bu parçalar, bazı çevrelerin iddia edip bekledikleri gibi, asıl Mehdi siyasi bir lider manasında olmadığı anlaşılır.