Risale-i Nurda yeni neslin muhafazasına ehemmiyet verildiği gibi, süfyaniyet de sinsi ifsadatını, cazibedarlık ve aşılama yoluyla daha çok yeni neslin ifsadını esas almıştır.
Evet Hz. Üstad diyor ki:
“Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır.
Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.
Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.
O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?
İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve vâlidesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a'maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.”(Emirdağ Lahikası sh: 41)
Bu kısımda geçen Fıtraten ifadesi de , Kur’an ve hadiste bildirilen fıtrat-ı asliye ve selime cihetinde demektir.
Zamanın vaziyetine göre tabiri ise, dehşetli olan ahirzaman fitnesinin fıtratları bozma ve ifsad etme tehlikesine karşı dikkat çekiliyor.
Bütün istidadatının çekirdeği olan ruhuna alamaz ifadesi, yani nefs-i emmaresine, heva ve hevesine tabi olup kalb ve vicdanına alamaz ve verilen hakikat, meleke ve seciye haline gelemez demektir.
Yabani düşer ise, yani ruhî istidatları gelişmez ve Kur’anî hakikatları anlamaktan uzaklaşır demektir.
Peder ve vâlidesini dindar görmezse. Yani terbiyenin esası, nasihattan daha çok yaşanan hayat tarzına baktığına dikkat çekilir.
Yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir ikazı ise, yani zamanımızın dünyevi fenleri mana-yı ismiyeye dayandığından iman şuuruna karşı büyük bir mani olduğuna bakar.
Bu ikaz Mektubatta şöyle beyan edilir:
“Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da za'f u acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes'udane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müdhiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler.
Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir?
Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi.
Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek.
Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr u aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur.
Yoksa, divane bir vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev'inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.” (Mektubat sh: 421)