1- Üstad Hazretleri, teksir makinasının yerini iki ağabey bilirken, talebelerden üçüncü bir kişi öğrenince makinanın yerini değiştiriyor.
2- Emirdağı'nda Firdevs Hanımdan yoğurt alıyorduk. Üstad Hazretleri Zübeyr Ağabeyi optalidon almaya gönderiyor. Hüsnü Ağabey dönerken optalidonu da getiriyor. Fakat Üstad hapı bir türlü yutamıyor. Sonra anlaşılıyor ki, Zübeyr Ağabey ilâcı Ceylan ağabeye ısmarlamış, o da parasını vermeden almış. Ücreti verilmediği için Üstad yutamıyor. Sonra ücreti verilince Üstad hapı yutuyor.
3- Afyon hapsinin tahliyesinden sonra, maddî imkânsızlıklarımıza rağmen Merhum Pederim (kardeşimle bana): "Sizi Üstadımızı ziyarete göndereceğim., biraz para te'min ettim." dedi. Ben 13, Kardeşim Yılmaz11 yaşında idi. Afyon'da pastacı Sabri Bey vasıtasıyla Üstadımızı ziyaret ettik. İkinci gün ayrılırken bizlere, "Risale-i Nur'larla meşguliyetin her şeyin fevkinde olduğunu, okuyup yazmanın ehemmiyetini ve talebeliğin hassası olduğunu, Risale-i Nur'un herşeyimize ve ihtiyaçlarımıza kâfi geldiğini, bizlere ruhumuza çok te'sir eden ve her an tazeliğini muhafaza eden ve düstur olan dersleri neticesinde, yine şefkati icabı, "Üzerindeki cübbenin Mevlânâ Hâlid (k.s.)'e âit olduğunu, ='nun kendisine gönderdiğini, bize giydirmek istediğini, fakat şafi mezhebine göre yere sürüldüğü zaman yıkanması gerektiğini, bizlere bizzat çıkarıp giydiremediği" söyleyip cübbesini açıp bizleri iki koltuğunun altına alıp, sarıp, "Evladlarım, şimdi siz bu cübbeyi giymiş gibi oldunuz" müjdesini verdiği zaman bizler sevincimizen çocukça teşekkürlerimizi ifade etmeye çalıştık. "Her zaman yanımda ve duamdasınız" diyerek bizi uğurladı.
4- Üstadımızı ilk ziyaretimizde Rahmetli Validemin hazırladığı bir miktar hediye getirmiştik. Kabul etti, fakat bize on misli fazla karşılığını verdi. Biz de buna çok memnun olduk, çünki, tesbihini, hırkasını, uzun donunu ve bu gibi eşyalarını teberrüken verdi.
5- 1950 senesi sonbahar aylarında, 15 yaşında ortaokulu bitirmiş idim. Babam beni, "Üstadımızın yanına daimi kalmak için göndereceğini" söyleyince dünyalar bana verilmiş gibi sevindim. Emirdağı'na gittim. Zübeyr Ağabey vardı. Kabul etti beraber kaldık. Babam, Üstadıma "Beni hizmetine verdiğini, vakfettiğine dair" mektub yazdı. Üstadımızın hizmetine kuşluk vakti gidiyor, ikindiden sonra ayrılıyorduk. Evinin karşısında kaldığımız evde sabaha kadar nöbetle Üstadımızın bir işaretini beklerdik. Bir akşam ikimize de bir sıkıntı, bir yanmak düştü., sabaha kadar uyuyamadık. Âdeti hilâfına sabah namazdan sonra, sevk-i İlâhi ile yürüdük, yavaş yavaş oda kapısına geldik, içerden inilti işittik. Odaya girdik gördük ki, Müşfik Üstadımız yatıyor. "İyi ki geldiniz, beni zehirlediler. Gece kalktığımda hararetim vardı. Penceredeki destideki sudan bir iki yudum aldım ve yere yıkıldım. Desti parçalandı, gasyanla içimi boşalttım. Bu hal uzun müddet devam etti." dedi. Gereken hizmeti yapıp üzerini değiştirdik. Yeşil gasyanlı yatağı değiştirdik. Üstadımız, "Bir saat böylece kaldım. Zorla sabah namazımı eda ettim.Cenab-ı Hakk'a niyaz ettim ki, "Ya Rabbi, bu nedir?" Kalbime ihtar oldu ki," gece bekçisi kandırılarak, şiddetli zehir atılmış." diye bana bildirildi." dedi. Onbeş yirmi gün çok şiddetli ızdırab çekti, yemedi, içmedi. Yine de namazını kılıyor, âlem-i İslâmla ve hizmetle alakalanıyordu.
6- Emirdağı'nda iken bir ara beni Ankara'ya, Zübeyr Ağabeyi de İslahiye'ye gönderdi. Bir müddet sonra geldik. Hutbe-i Şamiye'yi tercüme etti ve bize yazdırdı.
7- Üstadımızın harekât ve etvarı sünnet-i seniyyenin aynasıdır, tatbikidir. Emirdağı'nda Dr. Tahir Barçın'ın tavsiyesi ile ağrı kesici bir ilâç kullanıyordu. Bir de göz merhemi sürerdi. Normal bir şalvar giyiyordu. Beyaz sabun kullanırdı. Yemek arasında su içmezdi. Yemekten tam iki saat sonra içmeyi titizlikle sürdürürdü.Bir öğünde beş altı kaşık ancak yerdi. Yarım ekmek içi bir hafta yeterdi. Umumiyetle cemaatle namaz kılardık. Ramazan geceleri uyumazdı. Günlük uykusu a'zami beş saat idi. Kimsenin gıyabında konuşmaz ve men ederdi. Bir an boş vakit geçirmez, fazla konuşmaz, devamlı, yorulmadan saatlerce hatt-ı Kur'an yazılı risaleleri tashih eder, okurdu. Ders, ikaz veya taltif mahiyetinde lâtifeler yapardı. Namaz kılarken çorablarını çıkarır, abdestten sonra havluya silerdi.
8- Üstadımızla, bir gün biz yoldan geçerken, bayram günü olduğu için, kalabalık bir gurup topluluğunu gördük. Dedi ki: "Zübeyr, sen git orada ne yapıyorlar, ne konuşuyorlar? Bana haber getir!" dedi. Biz dedik ki: "Efendim bu gün bayramdır. Bayram hakkında konuşma ve toplantı olması lâzımdır." Üstad: "Yok. Zübeyr gitsin, dinlesin, gelsin. Ben ileride bekleyeceğim." dedi. Zübeyr Ağabey indi ve gitti. Biz de, epey uzakta bekledik. Fakat Zübeyr Ağabey fazla durmadan hemen geldi. Üstad: "Neye çabuk geldin ve ne öğrendin?" dedi. Zübeyr Ağabey de: "Üstadım bayram dolayısıyla konuşuyorlar. Lüzumsuz içtima' ve konuşmalar var." dedi "Onun için hemen geldim." Üstadımız da: "Eğer sen fazla kalıp kalbine te'sir etse ve seni meşgul etse idi, alâküllihal seni hizmetimden men edecektim!" dedi"
9- Bir gün, ikindi namazından sonra bize. "Kalbime gelen ve ihtar edilen bir hakikatı size açıklayacağım." dedi."1950 Senesine kadar beni ve talebelerimi üç defa muhakeme ettiler. 1950'den bu güne kadar Nur'ları ve talebelerimi iki yüze yakın takib altına alıp mahkemeye sevkettiler. Acaba bunun sebebi nedir? Neden bu kadar ilişiyorlar? diye düşündüm. Kalbime bu hakikat ihtar oldu ve dedi: "Şimdi Âlem-i İslâm diyecek ki, Kur'ana, şeriata, İslâma hizmet eden ve hizmet da'va eden Said ve talebeleri acaba küfür rejimi ile idare edenlere taraftar mı oldu? dememeleri ve bir şübhe kalmamasıiçin kader-i İlâhi bunları bize musallat ediyor
10- Üstadımız bazan "Ben bu risaleyi yüz def'adan fazla okuduğum halde, yeniden okuyormuşum gibi istifade ediyorum." buyururlardı. 1956 Senesinde resmen matbaada tab'a başladı. Üstadımız çok mesrur oldular. "Şimdi bu bir risale beşbin adet basılıp bütün Anadolu'ya dağılacak, hizmete vesile olacak." dediler. Her bir risale matbaadan çıkıp kendisine ulaştıkça, "Bu gün bizim bayramımızdır." diyordu. Yanına gelenlere risale verdiği zaman, "Kardeşim bu kitabın hakiki fiatı lâakal yirmi kişiye okutmaktır." diyordu
11- Son zamanlarında Barla'da kırları gezdiriyor, her gün bir risalenin te'lif edildiği ya bir ağaç altı, ya bir kaya üstü veya bir su kenarı olan mübarek kudsî mevkilere götürüyor, hizmetlerle ilgili dersler veriyordu. Risaleleri okutur, hep beraber dinlerdik. Açıklama yapmazdı. Bazan, "Said ne güzel izah etmiş, Maşâallah!" diyerek hayranlığını ifade ederdi. Kırlarda veya yolda giderken dahi umumiyetle risalelerden okuttururdu.
12- Urfa'ya gidiyorduk. Üstad Hazretlerinin ayaklarında (ben) kadar küçük lekeler belirdi. Üstad bunları göstererek: "Öleceğime işarettir." dedi.
13- Rü'ya görmekten hiç bahsetmeyen Üstadımız bir gün bana. "Hüsnü, ben bir rü'ya gördüm. Allah hayır etsin." dedi."Gördüm ki, ikimiz seninle beraber uzun bir sefere çıkmışız, gidiyoruz, gidiyoruz. İşte ben orada kalıyorum. Keçeli beni fazla konuşturma!" diye bana eliyle yüzümü okşar gibi iltifatkâr hareketiyle anlattı. Ben o zaman hiç bir şey anlamadım. Emirdağı'nda iken bir gün Urfa'lı bir kardeşimizle Mevlana Hazretlerinin cübbesini ve el yazması güzel risale mecmualarını Urfa'ya gönderdi ve "Ben Urfa'ya geleceğim, âhir ömrümü Urfa'da geçireceğim. Urfa benim için mübarek bir yerdir." diyordu. O kadar hasta halinde Urfa'ya gitmesi ile, resmî mani ve müdahalelere rağmen bu arzusu tahakkuk etmiştir.
14- Isparta'da Üstadı ziyarete gelen birisi kiraz getiriyor. Hüsnü ağabeyler hediyeyi kapıdan çevirmeleri lâzım gelirken o zatı hediyesi ile beraber Üstadın yanına kadar götürüyor. Üstad da, bunlar hediyeyi kabule meylettiği için, hediyeyi kabul etmiş, fakat kirazları bekletip, kurtlanınca yedirmiş.