Türkiye’de Laiklik Serüveni
Türkiye’de laiklik merhaleleri ve mücadeleleri hakkında çok şeyler yazılmış olduğundan burada o merhalelerin tafsilatına girilmemiştir. En kısa şekliyle o merhalelerin bir kısmı şöyledir:
17 Şubat 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi. Kanun Türkçe’ye çevrildi. 1926’ da yeni Ceza Kanunu kabul edildi. 1936’ da kanuna ilave edilen 163. madde, dinî faaliyetle ilgili cezalara aitti.
Bu maddenin ilk metninde suç unsuru olarak şiddet kullanma şart koşulmuşken 1948’de bu şart kaldırılmış ve laikliğe aykırı olarak devletin temel eseslarını dinî esaslara uydurmak maksadıyla cemiyet kurma veya propaganda yapmak yasağının ilavesiyle bütün müslümanlara şamil acib bir şekil verilmiştir.
Bu şekliyle kanun, yalnız insan hakları ve demokrasi prensiplerine değil, din ve vicdan hürriyetlerini korumak mecburiyetinde olan laik devlete de aykırı düşmüştür. Laikliği korumak iddiasıyla çıkarılan bir kanunun laikliğe aykırılığı, tahlile değer bir husustur.
Çünki Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimiz ve bütün Peygamberler (Aleyhimüsselâm) ve semavî kitablar, ümmetlerine emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i an-il münker vazife-i kudsiyesini emretmişlerdir. Bu emredilen tebliğ, dinde nasılsa öyle yapılır; yoksa beşerî istekler ve hududlandırmalara göre değil. Allah’ın emirlerine beşer tasarruf edemez, had koyamaz. Bu asıl ve en mühim vazifeyi yapmıyanlar da dinen mes’ul olurlar.
Ceza Kanunu’nun 163. maddesi ise, bu kudsî vazife-i diniyenin karşısına, ahkâm-ı Kur’aniyenin tebliği ve iltizamı cihetinde yasaklayıcı bir tavırla çıkar. Kur’an, ehadis ve kütüb-ü diniyede tekrarla ve ısrarla emredilen ve inanılıp yaşanması zaruri olan ahkâm-ı diniyenin ferdî ve içtimaî hayat için elzemiyetini ifade ve tebliğ etmeye, “devletin temel esaslarını dinî esaslara uydurmak maksadıyla propaganda yapmak” diyerek, laik devlete dahi aykırı şekilde, dindeki tebliğ vazifesine ve hürriyetine hudud ve yasak koyar.
Halbuki laik devlet, dine ve dindara, dinsizliğe ve dinsize-şiddet hareketine geçilmedikçe dokunmaz, dokunamaz ve başkalarına da dokundurtmaz bir devletdir. Bu bîtaraflık prensibi, laik devletin temeli ve esasıdır.
Hem 163. madde, Ceza Kanunu’nun 1. maddesinin maksadına aykırı olarak umum dinî nasihatçıları içine alabilir mahiyetteki elastikiyetiyle, hukukçunun şahsî temayülüne göre hükmetmeye imkân verdiği gibi, hukukun hâkimiyetine bedel, kişi hâkimiyetine de kapı açar. İşte laikliğin korunması iddiasıyla çıkarılan 163. maddenin garabeti budur. Münsif ve münevver hukukçular, bu garabeti tarihe intikal ettireceklerdir.
Bu 163. madde müdafilerinin en calib-i dikkat tarafı; 1400 seneden bu yana bütün İslâm dünyasının ve muhterem ve kahraman ecdadımızın hayatını feda ettiği mukaddesatı ve dinde emredildiği şekliyle ifası gereken dinî tebliğ ve telkini, kanunî müeyyidelerle yasaklamayı, sanki bizzat bu Müslüman Türk Milleti istemiş gibi bir eda ile ortaya çıkışlarıdır.
Cemiyette ekseriyeti teşkil eden avam sınıfı eğer mezkûr hukukî ve ilmî meseleleri ve inceliklerini bilecek kültüre sahib olsaydı, herhalde hürriyet rejimi ismi altında zümre hâkimiyetlerine gidilemezdi.
Bediüzzaman Hazretleri, asrımızdaki siyasî, ideolojik ve mutezad çok cereyanların propaganda ve telkinleri içinde, doğru olanı görebilmek ve aldatılmamak için avamın da ehl-i tahkik ve müteyakkız olmasının lüzumunu belirtmiş; tahkikîn iman ve ilmî dersleriyle bu faaliyeti yürütmüş ve halen de geniş bir sahada devam etmektedir.
Daima tahkik mesleğini ders verip ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, yarı manzum bir eserinde, halkı aldatmak isteyenlerin hakikatları nasıl tersine çevirdiklerini şöyle ifade eder:
“Bazan zıd zıddını tazammun eder.
Zaman olur zıd zıddını saklarmış.
Lisan-ı siyasette lafız, mananın zıddıdır.
Adalet külahını (*) zulüm başına geçirmiş.
Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş.
Cihad ve hem gazaya, bagy ismi takılmış.
Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî hürriyet nam verilmiş.
Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî.” (S.707)
(*) Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.
Yine Bediüzzaman’ın, İkinci Meşrutiyet’in ilânı akabinde Şark aşiretlerini gezerek, hak ve hakikatın ölçüsü ile hareket etmelerine dair yaptığı ikazlarından bir kısım:
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir.
Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.
Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” (Mün.9)
Yine mevzumuz olan, laikliğin tarihî merhalelerine devam ediyoruz.
30 Kasım 1925’de İsmet İnönü ve yüzyirmi arkadaşı ile Meclis’e verilen bir takrirle Anayasa’daki dinle ilgili maddeler çıkarılarak laikleştirilmiştir. 1222 sayılı kanunla yapılan değişiklikler şöyle idi:
Anayasa’nın ikinci maddesinde yer olan “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslâm’dır” hükmü kaldırılmıştır. 26. maddesinde yer alan “Meclis, dinî hükümleri yerine getirir.”hükmü Anayasa’dan çıkarılmıştır.
Laiklik, 5 Şubat 1937’de 3115 sayılı kanunla Anayasa’ya dahil edildi. Fakat açık tarifi yapılmadı.
Gerçi 1982 Anayasasının 24. maddesi ve T. Ceza Kanunu’nun yürürlükten kaldırılan 163. maddesi laikliğe aykırı olarak devletin tamam nizamlarını kısmen de olsa dinî esaslara uydurmayı yasaklayan şekli ile laikliği fikir cihetinde tarif eder. Yani laik Türkiye devleti, din hukukunun tatbikatına karşı olduğunu açıklamıştır. Fakat ceza hukuku cihetinde suçun tekevvününü, gereği gibi açıklamayıp elastikî bırakmıştır.
Esasen bu maddede geçen “dinî esaslara uydurmak maksadıyla” ifadesi, “antidemokratik esaslara uydurmak maksadıyla” şeklinde olsaydı; serbest seçim, hukukun hâkimiyeti, din, vicdan ve söz hürriyetleri gibi demokrasinin esaslarına aykırı düşen telkin ve propagandaları yasaklıyarak zıt cereyanlara karşı demokrasiyi koruyan şümullü bir şekil alırdı.
24 Mayıs 1928’de rakamlar, 1 Kasım 1928’de Latince yazı resmen kabul edildi.
Mustafa Kemal Paşa’nın önceden gizli tuttuğu inkılab esasları hakkında bir hatıra:
“Mazhar Müfit hatırasında şöyle yazmaktadır.
Erzurum’dayız.
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır Paşam”
“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel” dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: “Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermiyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), birde sen bileceksin. Şartım bu” dedi.
Süreyya da, bende:
“Bundan emin olabilirsin Paşam” dedik.
“Öyle ise tarih koy” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, “Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç; örtünmek kalkacaktır. Dört; fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç defa:
“Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti” dedi.
Birgün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı’nın başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat Diyanet İşleri Başkanı’na da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve “Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?” dedi.” (Rehber Ansiklopedisi’nden)
Ekseriyeti müslüman olan cemiyetlerde laikliğin en dikkati çeken tarafı, laik ve anti-laik grupların mücadelesine sebeb olmasıdır. Zira laiklik en müşterek tarifi ile, devletin dinî hukuka dayanmaması demek olduğundan böyle bir devlet şeklinin tasvibi ve kabulü; her hususta Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek demek olan iman hakikatıyla te’lif edilememektedir. Bu durum ise, din ve vicdan hürriyetine zıd olduğu gibi böyle cemiyetlerde idare edenlerle edilenler arasına da mutabakat sağlanamaz ve içtimaî keşmekeşlere sebebiyet veren bir nevi mübareze devam eder, gider.
Böyle durum karşısında, ya ilim ve ihtisas ehli tarafından meselenin vuzuha kavuşturulması veya serbest ve açık referanduma başvurulması gibi hal çaresini aramak yerine; laikliği dine muhalefet manasında ve baskı metodlarıyla icra etmek yoluna gitmek, gerginliği daha da arttırır.
Ya laik rejimin dine aykırı düşmediği, dinî delillerle isbat edilmeli (ki, bu yol İslâm dinine göre mümkün değildir) veya demokrasinin kabul ettiği hürriyet verilmelidir. Yani, demokrat memleketlerin anayasalarında demokrasinin değişmez esaslarından olan seçim -yani milli irade hâkimiyeti-, hukukun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve söz hürriyeti, hürriyet rejimi için yeterli bulunmaktadır. Bunların dışında millet ekseriyetinin kabul etmiyeceği bir hükmün, azınlık tarafından zorla getirilmesi, halk ekseriyetine dayanmak demek olan Cumhuriyete aykırı düşer. Kaldı ki İslâm Dini, seçim sistemini kabul eder. Vicdan hürriyetini getirmiştir. Hukukun hâkimiyeti ise, İslâm’da bir esastır. Kur’an (6:57) (12:40, 67) ve emsali âyetlerin bildirdiği gibi, hüküm yalnız Allah’ındır. İnsan o hükümlerin tatbikatçısıdır, hukukun üstünde iktidarı yoktur.
İslâm Dini 1400 sene evvel vahşet hayatını değiştirip, kavinin zaife hâkim olmasını kaldırıp, hakiki medeniyet ve hukukun hâkimiyetini getirdiğinden, demokrasinin İslâm Dinine mani olması değil, belki ciddi bir hürmet etmesi gerektir.
Nitekim tarihte demokratik sisteme benzer esaslara dayanan bir devlet idaresi olarak Kur’anda haber verilen Belkıs’ın idare ve hakimiyet tarzını görüyoruz. O’nun devlet idaresinde danışma meclisi var. Siyasî ve idarî sahayı ilgilendiren kararlarda şûraya (parlementoya) başvuruyor.
(1) Kendi şahsî reyine, görüşüne göre hareket eden mütehakkimane bir idare şeklini esas almıyor.
(2) Ciddi bir zaruret ve maslahat olmadıkça harp taraftarı değil.
(3) Bir harb meselesiyle karşılaşınca önce sulh yollarını tercih ediyor.
(4) Belkıs gerçeği görüp anlayınca da o doğruya sahip çıkıyor.
(5) Bu müsbet idarî unsurlara rağmen, hak dindenden uzak kaldığı için Allah’ın hakimiyetine tâbi olmak yerine tabiata (Güneş’e) ve esas itibariyle de beşerî görüşe ve anlayışa tâbi oluyordu. Oysa Allah’a teslimiyet ve tebaiyet, sebeb-i hilkati âlemdir. Bu sebeble Hz. Süleyman (A.S.) Belkıs’a bu ültimatom mahiyetinde olan bir tebliğname göndermiştir.
Tebliğnamenin başında “Bismillahirrahmanirrahim” kudsî kelamı yer alıyor. Bu kudsî cümle, kâinat ve beşer âleminin tek hâkiminin Allah olduğunu ihtar eder.
Hz. Süleyman (A.S.) keyfi değil, Allah’ın emrine uyarak hareket etmektedir. Zira “Bismillah” daki “Allah” ismi, ism-i câmi olup kayyumiyet sırrıyla herşeyi kuşatan ve kâinatı an bean tasarrufunda tutan binbir esma-i İlahiyeyi tazammun eder.
Ancak Kâinat içinde en mümtaz şekilde yaratılmış olan insan imtihana tabî tutulduğu için, efal-i ihtiyariyesinde hür ve muhtar kılınmış ve bu fıtrî nizama mecburî tebaiyetten azade kılınmıştır.
Bu imtihan neticesi olarak, ya ilahî hâkimiyeti tasdik edip O’na tabî olur veya muhalefet ederek asî olur, dalalete düşer. İlahî hâkimiyete tabî olanlar da dalalete düşenlere hakka davet ve hakikati tebliği ile dinen tavzif edilmişlerdir.
Hz. Süleyman Aleyhisselam da bu vazifeyi ifâ etmek üzere Belkıs’a tebliğatta bulunmuştur. Yani beşerî sistemin ilahî sisteme bağlı kalması gereğini bildirmiştir. Hak dine tabi olmayan sistemin, -hilkate ve ilahî iradeye aykırı olmasından- Allah’ın kanununa teslim olmasını taleb etmiştir. Belkıs da hakkı görüp hak yola uymuş ve kendi beşerî ve bir derece demokratik olan sistemini teslim ederek zaaf, kusur ve zulüm unsurlarından temizleme imkanı bulmuştur.
Netice: Pek manidar olan mezkur kıssa-i Kur’aniyeden anlaşılıyor ki hak dine dayanmayan hiçbir beşerî sistem insan nazarında mükemmel görünse de Allah’ın nizamına teslim olmadıkça yani Allah’ın hakimiyetine tebaiyyet etmedikçe, makbuliyet kazanamaz. Zira, Allah’a teslimiyet ve tebaiyet, gaye-i fıtrattır. Muhalefet edenler ebedî hüsranda kalırlar.
Dünyaya imtihan için gönderilen insan, ferdî ve içtimaî bütün hareket ve düşüncelerinin canlı ve ebedî filimleri alınıp muhasebesi için ebedi aleme gönderilir. Bu ferdî ve içtimai düşünce ve hareketlerinin Allah’ın hükmettiği kısımlarından muhasebeye çekilecektir. Laik anlayış, bu İlahî hikmetleri nazara almadığından, en ileri derecedeki ilahî gayeye ters düşmektedir.
Dinde hükmü bulunan veya dinin teşri’ sahasına giren hususlarda, bilerek ve bil’ihtiyar gayr-ı dinî ve beşerî anlayışlara dayanan hükümlerin konulmasını Kur’an kabul etmez ve Allah’a isyan ve hakiki inkâr olarak tavsir eder. Buna dair (Kur’an 5:44, 45, 47) ve (42:13) âyetleri örnek verilebilir. Bu âyetlerin ifade şekli, bütün dinî ahkâm ve hukuku içine alır ve ahkâm-ı Kur’aniyenin ilga edilemiyeceğini ve devamlılığını beyan eder. Bu âyetlerin tefsirlerinde büyük müfessirler ve imanlar geniş malumat vermişlerdir.
Bir kısım âyetler de muayyen sahalardaki hukuka taalluk eder ve “hududullah” tabir edilen bu hükümleri kabul etmeyenleri, zâlim, ebedî cehennemlik ve kâfir olarak tavsif eder. Meselâ: Aile hukukuna ait (2:229) (65:1) ve miras hukukuna ait (4:12, 13, 14) âyetleri örnek gösterilebilir.
Hem Kur’an ahkâmını tek merci tanımak gerektiği: (4:59-61); hükm-ü İlahîye karşı muhayyerlik olmadığı: (33:36) âyetleri gibi muhtelif makamlarda gelen âyât-ı Kur’aniye, hükm-ü İlahînin hükümranlığını bildirir.
Evet, İslâm Hukukunu mer’iyetten kaldırmak esasına dayanan laiklikle, halk ekseriyetine istinad eden cumhuriyet; büyük çoğunluğu müslüman olan bir milletin kuracağı devlet bünyesinde cem’ olamaz, birbirini nakzeder. Zira laikliğin benimsenmesiyle iman te’lif edilemiy